24.04.2012 / Zülfü Livaneli - Muhafazakar Sanat
Sanatın önüne belirleyici bir sıfat koyduğunuz zaman, orada sanat kalitesinden söz etmek zorlaşır. Çünkü bir yönlendirme söz konusudur.
Yönlendirme girişimleri ise sanatçıları çileden çıkarır, sanatı da berbat eder.
70’li yıllarda Ankara’da bir “Sanat Sevenler Derneği” vardı. O derneğin düzenlediği bir panele girmiştim. Konuşmacılar arasındaki heyecanlı bir genç, bir kültür komiseri edasıyla bağıra çağıra yazarların nasıl ve neler yazması gerektiğini anlatıp duruyordu. Bir ara o kadar ileri gitti ki, yanımda oturan Fakir Baykurt “Bari yazacağımız kalemin markasını da söyleyiver” dedi.
Bugünlerde tartışılan “muhafazakar sanat” kavramı, bana acı bir gülümsemeyle bu sözleri hatırlatıyor. Sanatı ancak sanatçı belirler; bunun başka yolu yok.
Ama söylemek istediğim şey daha başka: Her çağın kendine ait bir ahlak ve sanat anlayışı olduğu için, “muhafazakar sanat” diye adlandırılabilecek birçok eseri bugün ağzınıza dahi alamazsınız. Çünkü günümüzün ölçülerine göre bunlar, modern ya da postmodern sanat eserleriyle kıyaslanamayacak kadar müstehcen kaçar.
Bir örnek vereyim: Bugünlerde çıkan iki albümde “Fikrimin İnce Gülü” şarkısına yer verilmiş. Bekir Ünlüataer’in söylediği “Gözlerin gözlerimde” dizesi, Sertab Erener’de “Leblerin leblerimde” (dudakların dudaklarımda) diye geçiyor ki doğrusu bu. Dudağı göze çevirerek bir sansür uygulanmış.
Eski şiirde dudak ve ona ilişkin eylemler o kadar yaygın ki padişahlar bile bunu sık sık kullanıyor ama bugün bunları yazmak mümkün değil.
Yüzyıllardan miras kalan halk türkülerinde de durum aynı: “Gül memeler” “Gül sineler”e dönüştürülüyor, “soyun”lar “uyan” oluyor. Hele Karacaoğlan şiirlerine çok sıkı bir sansür uygulanıyor. Çünkü günümüzün ahlak anlayışı, muhafaza etmek istediğiniz sanata göre çok daha dar.
Hatırlarsınız: Cevdet Kudret Solok’un yayımladığı orijinal Karagöz metinleri, müstehcenlik suçlamasıyla toplatılmıştı. Eskiden çoluk çocuk seyredilen Karagöz’ü bile yasaklamak zorunda kalıyorsanız, varın daha ileri metinlerin ne olacağını hayal edin.
Mesela Mevlana’nın “Deve ile hizmetçi” hikayesini radyoda, ekranda okuyabilir misiniz? Ya da Bağdat Kralı’nın kızını götüren komutanın hikayesini. Mümkün değildir. “RTÜK” bu hikayeleri okuyan kanala ya da radyoya sonsuza kadar kapatma cezası verir. Zaten izleyici de o kanalı taşa tutar.
Eski İran, Selçuklu, Osmanlı sanatı bol şaraplı, bol dilber ve civanlı eğlence alemlerinin tasviriyle doludur. Hatta bu eğlenceler bütün saraylarda “Saltanat Gereği” sayılmıştır.
Eğer daha ayrıntılı bilgi isterseniz Halil İnalcık Hoca’nın “Has-bağçede ‘Ayş u Tarab” kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Bakın bu değerli kitabın arka kapağında neler yazıyor:
“Çiçek bahçeleri, havuzlar, fıskiyeler, su kanalları, nahiller, buhurdanlar arasında genç sakilerin içki sunduğu bir mecliste şiir okuyan, saz çalan, şarkı söyleyen usta sanatkarlar eşliğinde sürülen zevk u sefa, tüm Ortadoğu saraylarında vazgeçilmez bir gelenekti. Emevi ve Abbasi dönemlerinden beri bu meclisler levazim-i saltanat yani hükümdarlığın vazgeçilmez bir adeti olarak kabul edilirdi.”
Kısacası “muhafazakar sanat”, Osmanlı, Padişah vs. denilince, başını secdeden kaldırmayan insanlar ve onların eserleri akla gelmemeli.
Bugünkü insanlara göre çok daha fazla eğlence düşkünü oldukları belli. Hem de içkili eğlence.
Gazete Vatan - 24.04.2012, Salı