04.09.2011 / Mehmet Aslan - Para İçin Kullanılıyorum, Yeri Geldiğinde Ben de Kullanıyorum

Aslan, Mehmet

     “Fransa’da okudum, 13 yaşında stresten saçlarım döküldü. 

     Mehmet Aslan’ı çoğunuz “Gazinocular Kralı” Fahrettin Aslan’ın yakışıklı oğlu olarak tanıyorsunuz. Hayatı çok erken tanımak zorunda kalan, yaşıtlarından önce olgunlaşan 28 yaşındaki bu genç adamın aslında çok iyi bir eğitimi, kendine ait bir felsefesi, bir duruşu var. Aile şirketlerinde çalışan, “Cosmopolitan Dergisi”ne her ay kadınlarla ilgili gözlemlerini yazan, oyunculuk yapan Mehmet Aslan’la bayram tatilini geçirdiği Bodrum “Kuum Otel”de buluştuk ve hayatı konuştuk.

     Not: Mehmet’le birlikte herkesin geçmiş bayramını kutluyoruz.

     - Çocukluğunuza dönelim. Babanızla ilgili hatırladığınız ilk şey...
     - Bana olan aşırı sevgisi... Aramızda 50’den fazla yaş farkı vardı, çok sert mizaçlıydı ama benimle çocuklaşır, oyun oynardı. “Beşiktaş”ın yöneticisi olmasına rağmen ben “Galatasaray”lı olduğum için, beni Galatasaray maçlarına götürürdü.

     - 10 yaşında Paris’e gitmişsiniz. İnsan küçücük bir çocuğu niye Paris’e yollar?
     - Hem hayata daha kolay uyum sağlamam, hem de Fahrettin Aslan’ın dünyasından uzak büyümem için... Annemle beraber taşındık. Babam da sık sık gelirdi.

     - Bir çocuğun gözüyle nasıl bir dünyaydı, Fahrettin Aslan’ın dünyası?
     - İlkokulu devlet okulunda okuyordum. Herkes servisle okula gelirken, ben özel şoförle gidiyordum. Müdür beni odasına çağırıyor, “Bir derdin olursa bana gel” diyordu. Okulun çatısı akıyor, bir öğretmen diyor ki “Babana söylesen de, çatıyı yaptırsa...” Biriyle tanışıyorum “Baban şöyle bir adamdır” diye anlatmaya başlıyor. Kerli ferli adamlar, babamı görünce eğilip ceketini ilikliyor. Evin içinde o benim babamdı, ama adımımı dışarı attığım anda güçlü bir adamın oğlu olduğunu hissediyordum. Koca adamlar, babama ulaşmak için beni basamak olarak kullanmaya çalışıyordu.

     - Annenizin taşınmak istemesi çok normalmiş o halde... Peki Paris’e kolay uyum sağladınız mı?
     - Kolay olmadı. O zaman Türkler’i Araplar’la karıştırıyorlardı. Karıştırmayanlar Ermeniler’di. Onlar da bizden nefret ediyordu. İlkokuldayken, liseli çocuklar pusu kurup, beni komalık edene kadar dövmüşlerdi. Öyle bir kin vardı. Dışlanıyordum, sevilmiyordum. Hakkımı aramak, derdimi anlatmak için Fransızcam da yetersizdi. 13 yaşında stresten saçlarım döküldü. Hayatla mücadelem çok erken başladı. Yaşıtlarımdan erken olgunlaştım.

     - Üff! İstanbul’dan gidip, böyle bir şey yaşamak çok zor olmalı.
     - Tabii canım. Burada bir elim yağda, bir elim baldayken, orada kimse suratıma bakmıyordu.

     - Ne zaman paçayı kurtardınız peki?
     - 15 yaşından sonra... Serpildim, Fransızcam oturdu, kız arkadaşlarım oldu. Çok sevilen, çok popüler bir tiptim okulda.

     - Elinize sınırsız para verilir miydi? Paranın gücü de etkili olmuştur belki...
     - Ne parası... Paris’te okula metro ile gidip geliyordum. Zaten bana “Al bu parayı ne yaparsan yap” deseler, harcamaz biriktirirdim. Yapım böyle... Bazen babam ilkokulda yanıma bolca para verirdi ve “Bak sosisli şu kadar. Sen bu parayla bütün arkadaşlarına sosisli alacaksın. Tamam mı?” derdi.

     “Maksim’i Canlandırmak İsterim, Ama Sokağa Atacak Param Yok”

     - Tam olarak ne iş yapıyorsunuz?
     - Grup olarak üç sektörde varız. Maden, gayrimenkul ve turizm. Türkiye’nin en büyük doğal taş, maden ihracatçısı ve ithalatçısıyız.

     - Hepsini siz mi yönetiyorsunuz bu şirketlerin?
     - Hepsinin yönetim kurulu var, ortağı var, abim var. Ben de sabah sekiz buçuktan akşam yediye kadar ofisteyim. Oyunculuğu da seviyorum. Yaptığım işler tuttu. Belki Ekim’de yeni bir dizi olabilir.

     - Peki “Maksim”i canlandırmak var mı kafanızda?
     - Taksim’deki Maksim otel olduğunda, gazinoyu tekrar hayata geçirebilirim. Ama her şeyden önce iş adamıyım. Öyle sokağa atacak param yok. Bu bir ticarettir. Günde 18 saatimi tutup tutmayacağı belli olmayan bir işe ayırmam gerekir. Türkiye’de sanat müziği dinlemekten büyük keyif alan bir kitle var. Ama yeni isim yok. Üç sanatçı etrafında dönüyor iş. Bulup çıkartmak gerekiyor. Tıpkı babamın Zeki Müren’i, Bülent Ersoy’u çıkarttığı gibi... Becerebilir miyim bilmiyorum... İleride olabilir.

     - Para için kullanıldığınızı hissediyor musunuz?
     - Hissediyorum. Yeri geldiğinde ben de kullanıyorum. Gece kulüplerinde hiç tanımadığın adamlar 40 yıllık arkadaşın gibi yanaşıyor, iki muhabbetten sonra hemen iş istiyor. Kimden ne geleceğini biliyorsun. Bir felsefem vardır benim: “Dostunu çok övme, gün gelir düşmanın olur. Düşmanına çok sövme, gün gelir, dostun olur.”

     “Babam Hayatı Boyunca Beni Öleceği Güne Hazırladı!”

     - Ne zaman döndünüz Türkiye’ye?...
     - 2002’de... “Boston Üniversitesi”nde okurken, Türkiye’de “Yeditepe”ye geçtim. Amerika çok uzaktı. “Ha” deyince gelemiyordun.

     - Dönmenizde babanızı kaybetme korkusu etkili miydi?
     - O korku bende kendimi bildim bileli vardı. Babam doğduğundan beri bana hayat tavsiyeleri verirdi. “Bunları niye anlatıyorsun?” diye sorduğumda, “İleride anlatamayabilirim” derdi. Aramızda adı anılmayan bir “ölüm” hep vardı. Hastalık ben döndükten iki sene sonra çıktı. Karaciğer yetmezliği... 2 ayda öldü.

     - Karaciğer nakli yapılamıyor muydu?
     - Paranın sağlığa çare olmadığını o zaman anladım. Nakil söz konusuydu. Benim karaciğerim uydu. Listeden donör hemen bulundu. Her şey hazırdı.

     - Eee...
     - Doktor babamın ameliyat masasında kalabileceğini söyleyerek, nakil yapmak istemedi.

     - Babanıza karaciğerinizi verecek miydiniz gerçekten?
     - Her evlat babasına vermez mi? Doktor benim genç olduğumu, hemen iyileşeceğimi söylüyordu. Babam da “Ölürüm Mehmet’in karaciğerini almam” diye inat ediyordu.

     - Öldüğünde etrafınızı çıkarcı kişiler sardı mı? Bilinmeyen kardeşler filan...
     - Sarmaz mı? Ama hayatım boyunca o güne hazırlandım ben. Babam öldüğünde “Tamam. O gün geldi” dedim. Kağıt üstünde, kan dökülmeyen bir savaş başladı. O savaşı kazanmak zorundaydım. Başka kardeş babam öldükten sonra çıkmadı, ama daha önce iddiası çıkmıştı.

     “Maksim’in Şaşaasını Anlatılanlardan Biliyorum”

     - Çocukken “Maksim”e gitmem yasaktı. Annem beni ve kardeşlerimi bazı özel günlere ve açılışlara götürürdü sadece... “Maksim”in şaşaasını anlatılanlardan biliyorum. “Caddebostan Maksim”in yanında “Elma Kabare” vardı. Müjdat Gezen, Cenk Koray... Aklına gelebilecek her türlü ünlüyü orada görüyordum ama gidip konuşamıyordum. İbrahim Tatlıses beş metre ötemde olurdu ama ben otoparkın ötesine geçemezdim. Annem hep bu dünyadan uzak durmamı istedi ama bak oyunculuk yapıyorum sonuçta.

     - Babama olan saygımdan ötürü ona ‘siz’ diye hitap ederdim. Ama çok iyi iki arkadaştık aslında... O’na kız arkadaşlarımdan, bana verilen parayı nasıl harcadığıma kadar her şeyi anlatırdım.

     “Her İnsanın İçinde Allah Korkusu Olmalı”

     - Dindar bir insanım. Aileden gelen bir şey bu... Babamın 20’den fazla, annemin 14 umresi var. “Ramazanlar”da orucumu tutarım, içki içmem. Gerçi normalde de içki içmiyorum, sevmiyorum. Tek başına Hıristiyanların arasında büyüyünce dinine daha bağlı oluyorsun. Onlar her çarşamba kiliseye gittikçe, ben her cuma namaza giderdim. Dinim koruma kalkanımdı. Belki Türkiye’de büyüsem bu kadar dindar olmazdım. Her insanın içinde Allah korkusu, vicdan duygusu olmalı.

     “Evlilik Anlaşması Yapabilirim”

     - Kadınların sizi siz olduğunuz için sevdiğinden nasıl emin oluyorsunuz?
     - Olmuyorum. Bir kadının erkekte maddiyat ve güç aramasını tuhaf karşılamıyorum. Ama önceliği bu olan kadınlar, kendini hemen belli ediyor zaten.

     - Evlenmeye niyetlenirseniz, evlilik anlaşması yapar mısınız?
     - Çevrem bana bırakmadan o anlaşmayı yapar zaten... Son dönemde gördüğüm şu: İnsanlar ayrıldıkları zaman birbirlerinin yatağındaki düşman oluyor. Evlilik güven üzerine kuruludur ama kendimi korumam gerekebilir.

     - Sevgiliniz var mı?
     - Yok, taze bitti. 28 yaşındayım. Şu anda iş hayatımda başarılı olmak çok daha önemli. İş hayatımda mutlu olursam özel hayatımda da mutlu olacağıma inanıyorum. Kadınlar için ise durum tam tersi... İş hayatında başarılı olanlar, özel hayatlarında başarısız oluyor.

     “Tüm Kütüphaneler Yansın İstiyordum!”

     - “Cosmopolitan”da yazıyorsunuz. Nereden kaynaklanıyor bu tutku?
     - Lisede “Fransız Edebiyatı” hocamın sohbetlerinden çok keyif alırdım. Ders bitince kafede buluşur, hayat hakkında sohbetler ederdik. Oradaki eğitim sistemi zaten kitap okumayı zorunlu kılıyor. 14 yaşında Montaigne’in “Denemeler”ini en geri zekalı öğrencinin bile hatmetmesi gerekir. Albert Camus, Voltaire, Molliere, Alexandre Dumas... Hepsinin hayat hikayelerini ezbere biliyorduk. Lise bittiğinde bütün kütüphaneler yansın istiyordum. Bir daha hayat boyu kitap okumayacağımı sanıyordum. Ama belli bir yaştan sonra okumaya tekrar başladım. “Cosmopolitan” bir kereliğine yazı istemişti. Beş yıl oldu, hala yazıyorum.

     - Şu an ne okuyorsunuz?
     - Parkin’in “Siktir Et”ini okuyorum. Ondan önce “Ölümcül Porno”yu okudum. Normalde okuyacağım bir kitap değil. Ama yasaklanmış olması cazip geldi.

     “Türkiye’ye Dönmemde Kemal Sunal’ın Etkisi Var”

     - Çocukluğumdaki en büyük tutkum Kemal Sunal filmleriydi. O kadar ki, bir gün babam “Beni mi daha çok seviyorsun, Kemal Sunal’ı mı?” diye sormuştu. Tüm filmlerindeki repliklerini ezbere bilirim. Meğer kızıyla aynı ilkokula gidiyormuşum. Bir gün okul çıkışında gördüm. O’na doğru koştum. Mizacının çok sert olduğunu görünce şaşırmıştım. Bir de aynı sokakta oturuyorduk. Arabasını “Maksim”e yıkatmak için bıraktığında, ben yıkardım; o kadar hayrandım. O’nun filmleri sayesinde Fransa’da yaşadığım yıllarda, Türk kültüründen kopmadım. 10 yaşında Paris’e yerleşen bir çocuk, normalde dönmez bir daha...

     Gazete Vatan - 04.09.2011, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5798166
Online Ziyaretçi Sayısı:30
Bugünlük Ziyaret :1247

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.