24.01.2012 / Latif Bolat: Proleter Devrimci Gençlik’ten Gezgin Halk Ozanlığı’na Bir Hayat


    
Çağdaş Küresel Gezgin Bir Halk Ozanı: Latif Bolat

 

     Eski gezgin dervişler, halk ozanları kalmadı diyorsanız işte size bir tanesi. Üstelik o küresel çapta bir gezgin halk ozanı. 80 öncesi sol hareketlerde yer alan, Amerika’ya gittikten sonra ise sazını alıp yollara düşen Latif Bolat 28 yıldır tüm dünyayı karış karış dolaşıyor. Anadolu derviş ve ozanlarının deyişlerini her gün gezegenin bir başka köşesine taşıyor.

 

     Latif Bolat'ın hikayesi dünyanın bir ucuna gitse, dünyanın dört bucağını dolaşsa da hatta ne kadar uluslararası evrensel görüşler benimsese de insanın kendi toprağından, içinde yetiştirdiği değerler ve kültürden hatta mana atmosferinden kaçamayacağının da öyküsü adeta. Ülkemizde yeteri kadar tanınmayan ama Amerika’da en bilinen Türk sanatçı olan, elinde sazı Hindistan’dan Jamaika’ya dünyayı adım adım dolaşan Latif Bolat’ı tanımlamak kolay değil. Hem Türk hem dünyalı, hem yerel hem uluslararası, bir yandan akılcı öte yandan sezgicilerin yolunun izini süren, yola beraber çıktığı arkadaşları çok farklı politik kamplara yönelirken o hala iflah olmaz bir devrimci olarak kalabilen bir adam... Ama aynı zamanda Nesimilerin, Niyazi Mısrilerin, Yunus Emrelerin yolunda yürüyen bir seyyah, bir ozan... Opera sanatçısı olarak eğitilmiş, müzik öğretmeni olmuş, piyano eğitimi almış ama sonunda kader O’nu saza yönlendirmiş. Bir yanda hem dine mesafeli hem de Yunusların dile getirdiği “Hak” aşkını dünyada seslendiren çağdaş gezginci bir derviş olabilmeyi şahsında birleştirebilmis bir insan. Belki kısaca onu zıtlarin birliğinin özgün bir örneği olarak da tanımlamak mümkün...

 

     Devrimci-Gezgin-Derviş-Ozan

 

     Tüm dünyada mistik müzik faaliyetlerine katılmak için gezegeni karış karış dolaşan, çoğu zaman bir yerde iki gece üst üste yatmayan bir müzisyen olan Latif Bolat aslında 28 yıl önce Amerika’ya okumak üzere gitmiş. Gidiş o gidiş. Bilgisayar programcısı olup Amerika’da çalıştığı ilk işinden çıkarılınca, hayatına yeni bir yön vermek istemiş ve eline sazını aldığı gibi önce kasaba kasaba başta Amerika olmak üzere gezgin bir derviş gibi dolaşmaya başlamış. Günlerce çöl yollarını katederek kah üniversitelerde ders vermiş, kah panellerde insanlara kendi toprağının müziğini ve tasavvuf felsefesini anlatmaya başlamış, kah da küçüklü büyüklü gruplara toprağının türkülerini, ilahilerini, nefeslerini, deyiş ve doğuşlarını okuyarak başka inançların, felsefelerin, mistik deneyim ve yolların olduğunu göstermeye çalışmış karınca kararınca.

 

     Gezdikçe görmüş, gördükçe yeni deneyimler, dostluklar edinmiş. 30 yıl dur durak demeden oradan oraya dolaşmış dolaşmasına ama vatanıyla ve aslıyla bağını da bir an olsun koparmamış, kaybetmemiş. Fırsat buldukça memleketi Mersin’e annesinin ve yakınlarının yanına gelmiş, çocukluğunun yaylalarını tekrar tekrar yaşamış, Hacı Bektaşları, Tapduk Emreleri ve daha nicelerini ziyaret ederek her seferinde yeniden solumuş içine doğduğu atmosferi. Tüm bunların bileşiminden ortaya 80 öncesinde olduğu devrimci solcu genci de içinde barındıran ama ona bambaşka yolların derinliğini de katan bugünkü Latif Bolat çıkmış ortaya.

 

     Steven Spielberg'in “Genç Indiana Jones” TV dizisinde eserleri film müziği olunca ülkemizde de adı duyulan Latif Bolat’la, bir türlü bitmeyen gezginliği O’nu Hindistan’a uçurmak üzereyken uğradığı ülkesine gelince karşılaşmak ve tanımak imkanımız oldu. 3 aylık gezici bir festival olan “Ruhaniyat Tüm Hindistan Sufi ve Mistik Müzik Festivali”ne katılmak üzere Bombay dağlarındaki Pune şehrine giderken bulduk Bolat’ı. Küresel gezgin derviş Latif Bolat’ın yolculuğu Hindistan’ınn Bombay dağlarındaki Pune şehrinde başlayacak ve 3 ay boyunca sürecek. Bolat bu festival kapsamında vereceği konser ve konferanslarla “Bilge Osho’nun Tapınağı” da dahil pek çok gurunun tapınaklarının bulunduğu bölgeden sonra Madras şehri, dünyadaki en eski komünal topluma ev sahipliği yapmış olan ruhani-sosyalist-ateist bir kasaba olan Auroville, Madrasa ve Pondicherry şehirlerinde icra-i sanat edecek. İşte kendine has çağdaş gezginci bir derviş ozanın Türkiye’nin kültürel ve politik gerçekleriyle de yönlenen hayatı.

 

     Devrimci “Yol Eri”

 

     1955 yılında Mersin’in Erdemli civarında yayla köylerinden birinde Yörük asıllı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Kendini bildi bileli her yaz “Toros Dağları”na 4 aylığına yaylaya göç ederler.  Bu yayla göçleri kişiliğinin oluşumunun da anahtarlarından biri olur. Doğa ile her sene iç içe olmak, 50 sene öncesinin Anadolu köy hayatını birinci elden tatmak, dağlarda bayırlarda çocukluğunu geçirmek O’nun geleceğine de ilk mayayı çalar. Doğaya aşık, aynı yerde iki gün kalamayan, kalsa ayağı kaşınmaya başlayan, her gün yeni bir yerde uyanma isteğiyle dolu Latif Bolat’ın mayası böyle bir atmosferde çalınır. 30 yıl boyunca dünyayı serbestçe dolaşmasının da müziğinin de temeli böyle atılır. Gençlik döneminin akımlarına uyarak halkçı ve ezilenlerden yana görüşler edinmesine de Yörük adetlerinin baskın olduğu halk kültürünün ortasına böylece doğmuş olması yol açar.

 

     O yılların bir liman kenti olan Mersin’in çok kültürlü ve çok dinli bir yapıda ama demokratik ve ilerici oluşu da O’nu şekillendiren unsurlardan olur. Böyle bir ortamda herkes gibi büyüyen Latif Bolat, 1968’in öğrenci hareketleri rüzgarından etkilenerek zamanın gençlerinin çoğu gibi dünya ve memleket meselelerine, sistem açmazlarına kafa yormaya başlar. Kafa yordukça toplumcu görüşlere, Lenin ve Stalin’in fikirlerine gönül vermeye başlar. Kendisi gibi bilgiye susamış gençlerle Mersin’in 40 dereceleri aşan nemli sıcağında parklarda ağaç gölgelerinde topluca kitap okuyup tartışmalara katıldıkça iş sadece gönül vermenin ötesine geçer. O da arkadaşları gibi “insanımızın daha güzel bir hayata layık olduğunu” düşünüp bunu elde etmenin yollarına yormaya başlar genç kafasını.

 

     Çoğu genellikle fakir sınıflardan geldikleri için sınıf temeline dayalı bir “ilericilik” ve sosyal adalet anlayışı diğer gençler gibi O’na daha makul gelir. “Bu fani dünyada onların neden fakir kaldığını ve çok küçük bir azınlığın neden varlıklı olduğunu” sorgulayınca O da çoğu gibi sosyalist fikirlere yönelir. Sosyalist doktrinle tanışınca da adeta “su gibi içer” bu fikirleri. Onyedi yaşında pek çok arkadaşı gibi Lenin’in fikirlerini, “Ne yapmalı” ya da “Emperyalizm” gibi kitaplarını cümle cümle tartışmaya başlar. O günlerin memleketi kurtarma peşindeki 17-18’lik gençlerini “muazzam” olarak degerlendirir hala. Ne de olsa “cep telefonlarının, i-Pad’lerin, aptal televizyon dizilerinin gençliği zehirlemediği o eski zamanlarda mahalle delikanlıları Lenin’den, Stalin’den sözlerle tartışmaktadırlar aralarında.” Temelde hepsinin tek amacı bulunmaktadir: “Bu güzel halkın daha fazla ezilmemesi ve sömürülmemesi.” Fikirler ve niyetler bu noktada kesişince o da çokları gibi mahallesindeki ya da okulundaki örgütlenmelere katılır. O ideolojik örgütlenmeleri atalarından gelen “yol eri olmak” ifadesinin bir yansıması olarak değerlendirir.

 

     Devrimci Gençlik Günleri

 

     Ancak 70’li yıllara girilmesiyle beraber bu oluşumlar fikir çizgisinden çıkarak şiddet çizgisine doğru da kaymaktadır. Genç Latif Bolat’ın kısmeti vardır ve içine katıldığı ideolojik yapılanma bunlardan uzak durmayı, fikri kaliteye ve çalışmaya önem vermektedir. O bulunduğu çevrede öldürmeye değil fikri derinliğe önem vermeyi öğrenir. O’na göre kendi çizgileri “Türk Milleti’nin hümanizminin politik yansıması” gibi bir şeydir.

 

     Dünyadaki 1968 öğrenci hareketlerinin ucu Türkiye’ye de değince geniş bir kültürel ve aksiyon ortamı oluşur. Fikir kulüplerinin yanı sıra “Dev Genç” gibi sol eğilimli örgütlerin tiyatrodan müziğe hatta karate judo kurslarına kadar devrimcilik paket bir program halinde her yanda örgütlenmeye başlar. İşin içinde afiş asmaktan kavgaya silahlı çatışmaya kadar yok yoktur. Devrime fikri hazırlık kadar pratik hazırlıklar da hız kazanmaya başlar. Bu dönem henüz kendi dünyalarından başka bir şeyle tanışmamış pek çok gencin ideolojik fikirlerle tanıştığı ve dünyayı değiştirmek üzere devrimci fikirlere heveslendiği bir ortamı da teşvik eder. Liseli bir öğrenciyken o günlerin getirdiği ivmeye de kapılarak bir yanda Nazım Hikmet’in, Hasan Hüseyin’in şiirleri öte yanda etrafta giderek çoğalmaya başlayan devrimci sol görüşler ve kitaplarla tanışır Latif Bolat. 70’lerin başlarında Ankara’da “Gazi Eğitim Fakültesi”ne başlayınca bu ivme başka bir hız kazanır. Hızla kendisini Doğu Perinçek’in başını çektiği “TİKP” ve “Proleter Devrimci Aydınlık” çevresi içinde bulur. Oral Çalışlar, Şahin Alpay, Cengiz  Çandar, Hadi Uluengin, Alev Er, Alper Görmüş, Halil Berktay  gibi dönemin aktivist delikanlılarının yetiştiği bu çevreler kavga, dövüş ve eylemden ziyade fikir kalitesine önem vermektedir. Boş meselelerle uğraşmanın, fuzuli şeyleri konuşmanın ayıp sayıldığı, içinde barınabilmek için teorik bir bilgi birikiminin gerektiği bir ortamdır bu aynı zamanda.

 

     Ardından “Aydınlık Gazetesi” içinde çalışmaya başlar. Herkesin büyük özveriyle insanlığa ve halka, memlekete bir şeyler vermek için fedakarlıkla çalıştığı o dönemde o da fedakarca çalışır, hatta bu yüzden verem bile olur. O yıllarda bu isimlerin önde bulunduğu gençlik çevresiyle İzmit’teki Amerikan Üssü’ne, İncirlik Üssü’ne karşı yürüyüşlere katılanlar arasında O da bulunur. Lenin ve Stalin kadar bir şair ve felsefeci de olan Mao’dan da etkilenir. Bu etkilenme Orta Asya Çin kültürüyle beraber Orta Asya Türk kültürüne olan ilgisini de geliştirir. Papaz okulunda okuyarak devrimci olan Stalin’in kendisini toplumsal davaya adayışı, ama bunun yanında her ne kadar materyalist olsalar da kendi çapında mistik yönleri bulunduğunu fark ettiği bu liderlerin hayatlarından yoldaşları gibi O da pek etkilenir. O insanların boylarından büyük mücadelelere kelle koltukta gidişini dini boyutun dışında insani ve toplumsal boyutlu bir mistisizm olarak görür.

 

     Devrimci Aşkı Romana Konu Oldu

 

     O zamanın solunun fikri değerlere önem veren, şiddete prim vermeyen  bir ortamına dahil olduğu için şanslıdır. Yine de kurşunlarla ve çatışmalarla tanışması kaçınılmazdır. 80 öncesi öğrencilik yıllarında okuduğu “Gazi Eğitim” ülkücülerin eline geçer. Solcu öğrenciler okulu onların eline bırakmamak için toplanırlar. 1500 kişiyle başladıkları yürüyüşler yapıp okula yürürler. Her seferinde polisten dayak yerler, diğer grupların da silahlı ateşine maruz kalırlar. 2 ay süren bu yürüyüşlerin sonunda 1500 kisilik grup 50 kişiye kadar iner. Artık son gidişlerinde kabadayılığı ellerinden bırakmayan bir kaç kişi öyle bir kurşun yağmuruna tutulurlar ki, kaçarak zor kurtulurlar. O, kurşun yağmurunda yaralanan bir genci taksiyle hastaneye götürür. Gencin arkadan yediği kurşunun karnını delip önden çıktığını ancak takside fark eder. Hastaneye teslim ettiği tanımadığı o gencin hayatta kalıp kalmadığını bugün hala merak eder durur.

 

     Birkaç sene sonra fakülte biter bitmesine ama şartlar O’nu başta hiç düsünmediği bir işe yönlendirir. Lise müzik öğretmeni olur. “Nusaybin Lisesi”nde müzik öğretmenliğine atanır. Bu işi yalnızca bir ay sürer, çünkü 1979’da o dönemler yeni yeni sesini duyurmaya başlayan bölücü terörün ilk saldırılarından birine uğrama “şerefine” nail olacaktır. Saldırıdan sonra Ankara’ya döner ve Mülkiye’de okumaya başlar. Bu arada “Ankara Halk Tiyatrosu”nda üç yıl çalışacağı bir döneme de girer. Erkan Yücel yönetmenliğinde burada yirmiye yakın eser sahnelerler. Kışın Ankara’da, bahar aylarında ise Maraş’ın, İzmir’in köylerinde traktör römorkları üzerinde sergilemeye başlarlar oyunlarını. Televizyonun henüz girmediği köylerde tiyatro oynamanın mutluluğunu yaşar.

 

     Ancak bu heyecanı her alanda yaşamayacaktır. O devrimcilik yıllarında başına bir de aşk gelir. Eline kadın eli değmeden genç yaşında Anadolu’dan Ankara’ya gelen Bolat, Ankaralı militan bir kızla yakınlaşır. Devrimcilik bilinci açısından beslendiği bu arkadaşı ilerleyen dönemlerde polisten kaçar, hapse girer çıkar ve ardından çoğu gibi o dönemin travmasını yaşar. Girdiği bunalımlar sonucu intihar eden arkadaşı Nevin’le hikayesi yıllar sonra İnci Aral’ın bir romanına da konu olacaktır. İnci Aral “Şarkını Söylediğin Zaman” romanının kahramanları arasına onları da katar. Bolat, Aral’ın bu romanında Cihan isimli kahramanın ta kendisidir. Romanın kadın kahramanı ise Bolat’ın “Gazi Eğitim Fakültesi”nden aralarında sevgi ilişkisi olan bu arkadaşıdır. Ama yaşadıkları sadece sevgiden ibaret değildir. Gerçek insanların anlatıldığı romanın geçtiği dönemde pek çoğu arkadaşları ya da yoldaşları olan binlerce gencin işkencelerle, ezilmelerle tarihin karanlıklarına gömülüşünün de hikayesi vardır fonda.

 

     Piyanodan Saza Yöneliş

 

     70’li yillarda sosyal amaçlı olarak başladığı tiyatro çalışmalarıyla müziğe de yönelir. Bu yönelimin O’na ileride Amerika’nın 50 eyaletinde ve tüm dünyada binlerce konser ve konferanslar olarak döneceğini henüz bilmemektedir. Birkaç kişilik köy odalarından “Carnegie Hall”e kadar sayısız yerde vereceği konserlerin ilk nüveleri bu şekilde atılır. Ama halk müziği ile ilk tanışması pek çoğumuz gibi radyolar sayesinde çok daha önce olur.

 

     “Ankara Devlet Konservatuvarı” ve “Gazi Eğitim Müzik Bölümü”ne başlar. Ancak burada müziğe başlangıcı ilk piyano ve ses eğitimiyle yapar. Bugün elinde sazıyla diyar diyar dolaşan adam olmanın ilk adımını opera şarkıcısı olarak eğitilerek atar. Ama kader O’nu lise müzik öğretmenligine sürükler. İlk görev yaptığı yer olan Mardin’de piyano bile göremeyecektir. Ama bu sayededir ki hayatına o günden itibaren eşlik edecek olan sazla tanışacaktır. Bu sayede piyanoya niyetlenmişken bulamayınca, “Köy Enstitüsü” mezunu olan amcasının o daha çocukken duvardan indirip çaldığı sazı bu defa kendisi eline alacak ve bir daha da asla bırakmayacaktır. Sazla beraber aşıklık geleneğine olan hayranlığı da başlar. Hal böyle olunca tasavvufa da yakınlaşması mukadder olacaktır. Halk ozanlarının deyişlerine yöneldikçe tasavvufun Anadolu halkının yaşamının en derinlerdeki özü olduğu gerçeğiyle O da tanışmakta geç kalmaz. Ama bu ilginin resmi ve daha ciddi olarak sufi kültürüne ve müziğine dönüşmesi için biraz zaman daha gerekecek ve bunun için 1980’lerin ortalarına dogru Kaliforniya yollarını tutması gerekecektir.

 

     1970’lerde öldürülen Ümit Kaftancıoğlu’nun Köroğlu hikayeleri, Aşık Veysel, Aşık Ali İzzet, Murat Çobanoğlu gibi binlerce yılın hikayelerini ve türkülerini günümüze taşıyan ozanlar sayesinde kendi kültürünün müziği ve deyişleri kafasında ilk yerleri edinmeye başlar. Yine radyoda “Yurttan Sesler Korosu” ile Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Dertli, Daimi, Dadaloğlu, Karacaoğlan’ın mirası ile tanışır kendi kuşağı ile aynı zamanda. O dönemin sağcısı da solcusu da Anadolu geleneğinden gelmektedir, o kültüre aşinadır. Ama aralarında yorum farkı bulunmaktadır. O’nun Anadolu Sufi geleneği ve halk aşıklarına uyanmaya başlayan ilgisine içinde bulunduğu sol cenahtan tepki gelmese de bir parça yadırgandığını da hisseder. Ancak 70’li yılların anarşi ortamında sokaklar kan gölüne dönmüşken kimse kolay kolay bu kültür meselelerine yeteri kadar önem verememektedir.

 

     Halk Aşıklarındaki Sosyalist Damar

 

     Böylelikle fikir dünyasını sarmaya başlayan halkçı sosyalist görüşlerle geleneksel Türk kültürü ve ruhaniyatını harmanlama dönemi başlar. Bunların birbirleriyle çelişen iki ayrı şey olduğu düşüncesiyle yetişmiş olmasına karşın hayat tecrübesiyle aslında hümanist ve evrenselci felsefenin, geleneksel Türk Sufi felsefesinin de aslında halkçı ve sosyalist damarları olduğunu görür. O günlerden bugüne yaptığı çalışmalar ve deneyimleri bu yaklaşımını giderek pekiştirir. Bir tarihselci olarak doğruladığını düşündüğü bu yaklaşımıyla Yunus Emre ile Mustafa Suphi’yi, Edip Harabi ile Şefik Hüsnü’yü felsefi anlamda bir araya getirir. Açıkçası Anadolu Sufi geleneğinde batıni bir yönden çok hak ve toplum uğruna mücadeleyi önceleyen, sosyalizme yakın bir damar görür. Tüm bunlar O’nun sosyalist görüşleriyle büyük bir uyum içindedir. Aradan geçen bunca yıldan sonra bu görüşlerinde en ufak bir sapma yaşamaz ve 1969’da neyse bugün de aşağı yukarı aynı çizgide devam eder. Sufi kültürüyle tanışması O’nda fikri bir kırılma doğurmaz. Tam tersine bu kültürün mücadeleci ve sosyal yönünün asil yönü olduğunu düşünmeye başlar. Sufi ozanların deyişlerini okudukça Pir Sultan Abdal, Edip Harabi, Niyazi Mısri gibi sufilerin dönemlerinin düzenlerine sözlerini sakınmadan ciddi eleştiriler getirip, sosyal adalet için, halkın hayatının düzelmesi için kıyasıya bir mücadele içine girdiklerini, bedel ödediklerini görür. Onların asıl mistik yönlerinin dindar taraflarının değil bu mücadeleci yönlerinin olduğunun farkına varır. Onların bu yönlerinin asıl öne çıkarılması gerektiğini düşünür.

 

     Amerika’da Halk Ozanlığı

 

     1984’te kazandığı devlet bursuyla işletme yüksek lisansı yapmak üzere ABD’ye gider ve bitirdikten sonra orada bilgisayar uzmanı olarak çalışmaya başlar. Amerika’ya gider gitmesine ancak hiçbir zaman Türkiye’deki çevresiyle ideolojik bağını koparmaz. Orada da “Aydınlık Dergisi”nin temsilciliğini yapar, haberler yazılar gönderir. Amerika’da aslında üniversiteye başlamasının üçüncü günü müziğe de başlar. Öğrencilerin organize ettiği bir partide piyano ile çiftetelli çaldığı sırada tanıştığı Amerikalı bir müzisyenle ahbap olarak 6 kişilik bir müzik grubu kurarlar. Okuldan sonra 5 sene bilgisayar mühendisliği yapar ancak bu işin O’na göre olmadığını anlar. İlk işinden çıkarıldıktan sonra hayatında büyük bir dönüşüm yapmaya ve kendi istediği gibi yapıp yaşamaya karar verir. Bunun yolu ise sazdan geçmektedir. Bu sıralar Kaliforniya’da otoyolda seyahat ederken “Sabri Brothers”in Pakistan sufi müziği olan “Kavalli”lerini dinlerken adeta ruhani bir uyanma yaşar. Herkesin hayatında dönem dönem gerçekleşen kırılma noktası O’nun hayatında araba kullanırken dinlediği bir tek kasetle olur. Sözlerini anlamasa da sufi Kavalli müziğini dinlerken o müziğin barındırdığı gücü de farkeder. Bu gücün etkisiyle ister istemez yolun kenarına park eder ve 15 dakikalık Pakistan şarkısını iki saat boyunca tekrar tekrar dinlemekten kendini alamaz. Bu uyanış O’na yepyeni bir hayatın ve dünyanın kapılarını açacaktır. Bunu takip eden süreçte tasavvufu daha derinden okumaya başlar. Bu okumalarla beraber tasavvufun sadece bir felsefeler yığını olmayıp dünyaya bakış penceresi olduğunu görür. Bundan anladığı evrensel karakteri olan, sınırlar ve dinler ötesi bir gelenektir.

 

     Tasavvufu öğrendikçe ta ilk günlerinden itibaren bir sosyal akım olarak başladığını görür. Kendi dünya görüşünün de perspektifinde İslam tasavvufunun daha İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan problemlere ve toplumsal şartlara tepki olarak halkın en tabanından doğduğunu görür. Rabia’t-ül Adeviyye’den, Hasan Basri’den, Hallac-ı Mansur’dan, Yunus’tan, Niyazi Mısri’den, Edip Harabi’ye dek pek çok tasavvuf erbabı ve ozanın hayatlarında da bunları gördükçe bu yaklaşım artık O’nun bakış açısını oluşturmaya başlar. Onların hayat hikayeleri ve cesaretleri, toplumsal alanda hak için verdikleri mücadeleden etkilenmemesi mümkün değildir. Ama tasavvufun O’nu en cezbeden tarafı felsefeyi bireycilikten çıkarıp toplumcu bir seviyeye getirmesi ve sosyal adalete verdiği değer olur. Böyle böyle Seyfullah Nizamoğlu, Edip Harabi, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan, Şah Hatayi gibi derviş ozanları okudukça Türk tasavvufunun deryalar gibi varlığıyla karşılaşır. Bu karşılaşmayla beraber onların sadece tekkelerinde oturan ve öteki tarafa gitmeyi bekleyen kimselerden ibaret olmadıklarını da görür.

 

Başka şeyler de görür tasavvufun sosyal boyutunda: “Yunus’un dediği gibi burasıdır onların cennet ve cehennemleri ve bunun yaratılması için dağlara düşerler, yollara dökülürler. Pir Sultan veya Şah Hatayi gibi orduları olur bazen, Yunus Emre gibi yalnız savaşçıdırlar çoğu zaman. Bu sosyal kavgada başlarını kaybederler oldukça sıklıkla, Mansur olur asılırlar, Nesimi olur derileri yüzülür, Niyazi olur zehirlenirler kalebentlikte.”

 

     Halk Aşıklarının Deyişleriyle Dünya Turu

 

     Tasavvufu böyle görünce Alaska’da ya da Havai’de nerede olursa olsun müziğini yaparken Yunus’un, Niyazi’nin ellerini her daim omuzunda hissetmeye başlar. Bu şekilde bir yandan eskilerin halk ve sufi ozanlarının deyişlerinden beslenirken bir yandan da onların deyişlerini besteleyerek 30 sene sürecek olan bir gezginci dervişlik macerasıdır başlar. Halk müziğimizi ve ozanlarımızın deyişlerini Amerika’nın her yerine ulaştırır. Ama bununla da kalmaz. Kanada, İngiltere, Hindistan, İsveç, Endonezya, Singapur, Filipinler, Bulgaristan, Makedonya, İrlanda, Romanya gibi yirmiyi aşkın ülkeyi daha bu seyahatının durakları yapar. Hindistan’ın köylerindeki insanların Yunus Emre’nin şiirlerini kolaylıkla anladığına, Endonezya’nın kırsal kasabalarında insanların bu kültüre nasıl saygıyla yaklaştıklarına, ABD’nin İncil kuşağı olan tutucu Teksas’ta bile insanların tasavvufun evrensel değerlerini kolaylıkla kabullenişine şahit olur. Anadolu halkının bağrında mayalanan tasavvufun ne kadar evrensel bir kapsayıcılığı olduğunu belki de “evrendeki en mistik akım” olduğuna kanaat getirir. Böylelikle bin yıldan fazla bir süre kültür emekçiliği yaptıklarını düşündüğü halk ozanlarından biri de kendisi olur. Kendini bu payeye layık bulmasa da onların bir çeşit devamı olur. Üstelik küresel anlamda gezgin bir derviş halk ozanı. Bu dönemde Amerika’daki Mevleviler O’nunla temas kurar ve onların mutrib heyetine katılır ve onbeş kişilik müzik gruplarını yönetir. Mevlevi ayinlerinde çalıp söylemeye başlar.

 

     “İslam Benim Kültürel Geçmişim” Diyen Bir Materyalist

 

     “Ben insana inanıyorum” diyerek inancını özetleyen Latif Bolat dinle arası pek de iyi olmayan bir fikri görüşe mensup olsa da “İslam benim kültürel geçmişim” diyecek kadar sahip çıkar bu geleneğe. 27 yıl oturduğu Amerika’da şahsi bir inanç engeli bulunmasa da “İslam bir kültür olarak bizim genimize işlediği için” bir kez olsun domuz eti yemez örneğin. Kendisini her zaman bir sosyalist olarak görür ancak sosyalizmin ruhaniyat konusunda zayıf kaldığını itiraf eder.

 

     Halk ozanları ve tasavvuf ehlinin deyişlerini dünyanın dört bucağında seslendirdiği bu süre içerisinde Amerika’da dört albüm ve bir de Türk mistik şiirleri antolojisi yayımlamayı ihmal etmez. Dünyanın en ücra köşelerinde halk aşıklarının deyişlerini çalıp söylerken Yunus Emre’nin elini sırtında hep hisseder ve “Oğlum yola devam et” deyişini duyar. Bu en büyük motivasyonu olur. Bu yüzden bu işi sadece müzik için yapmaz. Kendisinden çok daha iyi tasavvuf müziği yapanların olduğunu bilir ama O’nun farkı yıllar yılı gezgin bir derviş gibi il il dolaşıp yaptığı işle tatmin olabilecek çılgınlığa sahip olmasıdır. Bu sayede halk aşıklarının evrensel mesajlarını dünyanın dört bir bucağına kendi çapında ulaştırırken bir yandan da Honolulu’dan Endonezya’ya kadar derinliği olan dostluklar kurar.

 

     ABD başta olmak üzere pek çok yerde tanınan bir mistik müzisyen olurken, ülkesi Türkiye’ye de adı geniş anlamda ancak eserleri Steven Spielberg’in meşhur filmi “Young Indiana Jones”un müzikleri arasına katılınca duyulur. Amerikan “PBS Televizyonu” için çekilen “Muhammed: Bir Peygamberin Efsanesi” adlı belgesele yazdığı müziklerle popülerliği daha bir artar. Ancak stüdyoda müzik üretmenin O’nun için olmadığını çabuk anlar. O yollarda olmalı, köy olsun kasaba olsun insanlarla iç içe olmalıdır. Onlara hikayeler anlatmalı, memleket haberleri vermeli, okuduğu deyişleri kimler nasıl yazmış, hikayelerinden amaçlarından bahsetmelidir. Tabii bu arada bol bol “düzen eleştirileri”ne de yer vermelidir. Kısaca geleneksel aşıklarımızın asırlar boyunca yaptığını yapmalı, diyar diyar dolaşarak ata yadigarı bir kültürü ve onun müziğini insanlara ulaştırmalıdır. Latif Bolat bugün Hindistan yolunda, yarın ve diğer günler başka diyarların yollarında olacak. Ama ömür elverdikçe bir ayağı baba ocağı Mersin’de diğer ayağı bir pergel gibi her gün başka bir yerde olmaya devam edecek.

 

     “Aktüel Dergisi” için Birol Biçer’in Latif Bolat’la Söyleşisi - 24.01.2012, Salı




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5790717
Online Ziyaretçi Sayısı:18
Bugünlük Ziyaret :1040

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.