26.05.2009 / Zihni Göktay ile Nilgün Güresin'in Söyleşisi

Göktay, Zihni - Güresin, Nilgün

     Büyük tuluat ustası Kel Hasan Efendi ne demişti: “Oyuncular değil de, seyirciler mektepten yetiştiği gün tiyatroda değişim başlar ve ben hapı yutarım...”

     Bu haftaki “Teksatır” konuğum bir doğaçlama ustası ve tiyatro duayeni: "Lüküs Hayat Opereti"nin 25 yıldır tek değişmeyen oyuncusu, Sayın Zihni Göktay.

     Okuyanlar, bilirler; tüm söyleşilerim sohbettir. Meraklıyımdır, deşerim. Deşerek, konuğumun kafasından geçenleri, yaşamını, paydaşlarını bilmek, öğrenmek isterim... O’nu yakından tanıtabilmek için, yakından tanıyabilmek isterim. Usta sanatçı Sayın Zihni Göktay ile sohbetimiz de aynen böyle oldu: “Nilgün hanım, 1 Minute, 1 Minute; siz deştikçe, ben durmadan konuşuyorum; içimi boşaltıyorum” demez mi?

     Bir de bakmışsınız ki bu söyleşi bir “Zihni Göktay Seyir Defteri”ne ilham oluvermiş.

     Sayın Göktay’la, İstanbul’un sevgilisi Çelik Gülersoy’un özene bezene yeniden yaratıp, biz İstanbullulara armağan ettiği “Fenerbahçe Parkı”nda, “romantik bir kafede” buluştuk. Bu “romantik kafe” bir tropik bahçe... İster kış bahçesi, ister yaz bahçesi deyin adına. Devasa kauçuk ağaçları, sardunyalar; binbir renkte çiçekler; rengarenk kuşlar; insanın ruhunu rahatlatan yeşil, pembe Murano kristal avizeler.

     “N’olur beni de arasıra sevin, okşayın, dokunun tuşlarıma” diye çağıran incecik ayaklı, görmüş geçirmiş, şık ama belli ki yalnızlıktan hüzünlü beyaz lake bir piyano; bu bembeyaz bahçenin tam orta yerinde… İşte böyle bir ambiyansta Sayın Zihni Göktay ile anılardan konuştuk... Bir sürü güzel insanı andık birlikte. Çelik beyin bizi duyduğuna ismim kadar emindim...

     Nilgün Güresin sordu; Sayın Zihni Göktay yanıtladı:

     TekSatır: Ben Çelik Gülersoy’a yetiştim. Sultanahmet’teki “Yeşil Ev”de çay içme keyfini; “Sarı Köşk”teki cazlı sabah kahvaltılarını yaşadım. Ama siz, O’nu şahsen tanıdınız, değil mi?
     Zihni Göktay: Bu mekanda O’nu anmadan sohbete başlarsak, ruhu taciz olur. “Fenerbahçe Parkı”nın tümü, bu tesis ve burada botanik ile ilgili bütün bitkiler, dekorasyon Çelik beyin eseridir. Ayrıntıda çok mükemmel bir insandı. Yalnız burası da değil tabii... Çamlıca, Emirgan Korusu, Yeşil Ev, Soğukçeşme Sokağı...

     TekSatır: İstanbul’a çok hizmetleri olmuştur Çelik beyin. Yaşasaydı kimbilir daha neler neler kazandırırdı bu kente. O yıllarda, O’nu çok ütopik, halka inemeyen ve hatta Türkiye’nin gerçeklerinden habersiz biri olarak tanımlayanlar da olmuştu. Bence kıskandılar bu zarif, üretken İstanbul beyefendisini...
     Zihni Göktay: Şöyle izah etmeye çalışayım. Ben 2 Aralık 1945 doğumluyum; doğma–büyüme Dersaadet’liyim; yani Fatih’in İstanbul’u aldığı “Tarihi Yarımada”da doğdum. Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel –O’nu da burada rahmetle anıyorum– hepimiz Fatih doğumluyuz. İstanbul’un nüfusu o zamanlar bilemediniz 800.000 veya 1 milyon kişiydi. Ben küçükken biz Edirnekapı-Bahçekapı tramvayı ile “Gülhane Parkı”na giderdik. Hiç unutmam o yeşilliğin ortasına “Çimenlere basmayınız; çiçekleri koparmayınız” yazan teneke levhalar dikilmişti. Ben geldim 63 yaşına; o levhalar hala orada. Demek ki halkımız oldum, olası bu konulara özen göstermiyor. Bizde bir tahrip etme dürtüsü var; “cengaver” bir ırk olduğumuz için midir nedir, bir şeyleri koparmayı, yırtmayı seviyoruz. Geçmişteki değerlere sahip çıkmıyor, Çelik Bey gibilerini özümseyemiyoruz...

Göktay, Zihni-1

     TekSatır: “Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur yağardı” misali, eskiyi atıveriyoruz bir kenara... Adeta bir koreograf gibi çalışmış Sayın Gülersoy. Bu bahçede tüm objeler senkronize...
     Zihni Göktay: Çelik bey çok hassas ve duygulu bir insandı. Tüm bu eserleri “İstanbul halkı böyle şeylere layıktır” diye düşünerek yaptı. Fakat bir taraftan da üzülüyordu. Demokratik bir ortamda değil de, işaret parmaklarının korkusuyla büyüyen insanların kendilerini ifade etmek için ya banklara, ya da ağaçların gövdesine çakıyla kalpler oyup, içinden de ok geçirip “Ali, Ayşe'yi seviyor” yazmaları O’na dokunurdu. Hala bunların düzelmemiş olması bana da dokunuyor...

     TekSatır: Konu Çelik Gülersoy’un İstanbul’a yaptığı hizmetlerden açılınca, 70’li yılların ortalarında İstanbul Belediye Başkanı olan Ahmet İsvan ve eşi Reha hanımı da andınız, niçin?
     Zihni Göktay: Bir hanımın elinin değmediği her şeyde bir estetik fakirliği vardır. Reha hanım İstanbul’a 3–4 numara fazla ve bol geldi. Belediye Başkanının eşi olmak sıfatıyla “Emirgan Korusu”nda “Lale Festivalleri”, “Yıldız Parkı”nda da klasik batı ve Türk müziği konserleri düzenlerdi. Arabesk diye bir şey pek yaygınlaşmamıştı. Zülfiyare dokunmasın, kimse de alınmasın ama arabesk, İstanbul kültürüne, folklorüne uygun bir müzik değildir. “Türk Tiyatrosu”nun başöğretmeni Muhsin Ertuğrul da sağdı ve geleneksel Türk tiyatrosundan örnekleri de O organize ederdi. Kağıthane’deki “Sadabad Sefaları”nda yapılanlardan küçük örnekler “Emirgan Korusu”ndaki havuzda sunulurdu. “Şehir Tiyatrosu” olarak figüranından, en küçük yövmiyeli sanatçısından, en kıdemlisine kadar tüm kadro, canı gönülden orada olur, koşuştururduk. İstanbullular da çok büyük ilgi gösterirlerdi. Bugün böyle etkinlikler başka manada yapılıyor. Doku değişti.

     TekSatır: İstanbul önlenemeyen göç aldı ve hala da alıyor...
     Zihni Göktay: Bu, benim ilkokulda süt tozu, Amerikan peyniri, Amerikan tereyağı yememle, Marshall yardımı ve 6. Filo ile başladı. Sonra kitle ulaşım araçlarının bir komünist icadı olduğu söylenerek, 60’lı yıllarda tramvayların rayları söküldü ve biz Amerikan otomotiv endüstrisini desteklemeye adeta zorlandık. Desoto, Plymouth gibi Amerikan otomobilleri bize satıldı ve “Siz demiryolundan vazgeçin, karayollarına yatırım yapın” denildi. Böylece ortaya önce bir kamyon kirliliği çıktı; sonra da otomobiller ve lenduha troleybüsler... Bildik hikaye... Hep politik nedenlerle verilmiş kararlar.

     TekSatır: Ve dönüşü olmayan bir yola girildi. Metrobüs de aynı... Üstelik sıkça da arızalanıyor. Büyük bir olasılıkla Avrupa’ya uygun araçlar buranın yollarına, iklimine ve ağırlık gibi kullanma koşullarına uymuyordur. Yani pek değişen bir şey yok!
     Zihni Göktay: İstanbul çok fazla büyüdü. Gaziosmanpaşa, Gültepe, Zeytinburnu, Bayrampaşa gibi çevreler Batı Trakya’dan, Rumeli’den çokça göç aldı. Bunlar batıyı görmüş, oralarda yetişmiş insanlar olarak bu dokuyu fazla bozmadıkları gibi çalışkanlık gibi güzellikler de getirdiler.

Göktay, Zihni

     TekSatır: Benim pek değişmez tezlerimden biri Doğulu ve Batılı insanların apayrı düşünce, davranış ve tepki verme biçimlerine sahip oluşudur. Doğulular çok zeki, hatta kurnaz olabilirler ama batılılar da akıllarını daha iyi kullanmayı öğrenmişlerdir. Odaklanmaya ve disipline de çok önem verirler. Biz Naim Süleymanoğlu’nu bile şımartıp, dejenere edebildik.
     Zihni Göktay: Yıllarca demir perdenin arkasında yaşayan insanlar bu disiplini özümsemişlerdi. Bize “soğuk” bile Balkanlardan gelir.

     TekSatır: Bu kadar değişimin arasında değişmeyen bir şey var ama: 25 yıldır İstanbul’da sahne alan “Lüküs Hayat Opereti” ve Rıza rolündeki siz duayen oyuncumuz Sayın Zihni Göktay... “Guinness Rekorlar Kitabı”na aday bir sanatçısınız...
     Zihni Göktay: 25 yıldır değişmeyen “tek aktör” benim “Lüküs Hayat”ta. Bir kısmı Allah’ın emriyle, bir kısmı kendi iradesiyle, bir kısmı da devletin emriyle aramızdan ayrıldı. Bunu açıklamak isterim. Devlet 65 yaşına bastığınız gün “Artık sen işe yaramazsın” diye bir mektup gönderiyor. Halbuki eli–ayağı tutan “gerçek” bir sanatçı daima sahnede ölmeyi yeğler. Bu mektup 1 Ocak 2011’de bana da gelecek. Ama ben konuk olarak devam edeceğim. Neyse ki bu yasaklar bir parça delindi. 25 yıldır “Lüküs Hayat”ı oynuyorum ama hiçbir zaman “lüks” yaşamadım. Kitle iletişim araçlarını kullanırım; her zaman halkın arasındayım; çocuk, büyük herkesle sohbetler eder, hislerine tercüman olurum. Bundan da gurur duyuyorum. Bunları bir haslet, bir üstünlük gibi göstermeye çalışmıyorum ama kimse üniformasıyla, titriyle gömülmüyor. Türkiye’de sınıf atlamak için çabalayan ve “Lüküs Hayat” özlemi içinde yaşayan, ayağını yorganına göre değil de, kredi kartına göre uzatan en az 20–25 milyon kişi vardır.

     TekSatır: “Lüküs Hayat Opereti”nin bu kadar yıllık başarısını neye bağlıyorsunuz? Temel bir nedeni var mı?
     Zihni Göktay: Şöyle var: İlk Türk klasiğidir. Cumhuriyet’in 10. yılında Muhsin Ertuğrul’un arzusuyla sahneye koyulmuştur. O sıralarda “Şehir Tiyatrosu”nun durumu nahoştur. Muhsin bey Alman, Rus ve genel olarak da Batı tiyatrosuna çok önem veren bir başrejisördü. İstanbul’un nüfusuna göre ise tiyatro seyircisi azdı ve bu nedenle çok sık repertuvar değiştirmek gerekiyordu. Bu ağır oyunları sadece 15 gün oynayıp, tekrar bir yeni oyunla sahneye çıkmak sanatçıyı da zorluyordu. Zaten suflör müessesesi de o ihtiyaçtan doğmuştur. Dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Reisi olan Muhittin Üstündağ -ki o yıllarda atamalar Ankara’dan yapılıyor ve Vali aynı zamanda Belediye Reisliği’ni de yürütüyordu- Muhsin Ertuğrul’a “Bazı belediye meclis üyeleri “Dar-ül Bedayi”den (Şehir Tiyatroları) ‘İstanbul’a kambur oluyor’ diye bana şikayet ediyorlar” diyor.

     TekSatır: Lafınızı balla keserek sormak istiyorum: Sizce bugün de aynı şikayetler var mı?
     Zihni Göktay: Elbette. 2008-2009’da da “Şehir Tiyatroları” hala öyle görünüyor. Köküne kibrit suyu ekilememesinin büyük kıyametlere neden olacağı bilindiği ve bundan korkulduğu için lağvedilemiyor. Sübvanse edildiği için devletin sırtında bir yük olarak görülüyor da ondan. Dünyada bir eşi de yoktur. Her ülkenin, her başkentinde, büyük şehirlerinde bir tiyatro vardır. Zaten batıda nüfusu 50.000’i aşan bir kentte tiyatro yapılması zorunlu hale gelmiştir. Bizde de yerel yönetimlerin konuya ilgisi artıkça, tiyatro sayısı çoğalmaktadır.

     TekSatır: Özel tiyatrolar güçlükle ayakta durmaya çalışırken...
     Zihni Göktay: Tiyatro zaten çok pahalı bir iştir.

     TekSatır: Aynı cümleyi Sayın Gencay Gürün’den duymuştum.
     Zihni Göktay: Gencay hanım ile biz ayrılmaz bir fikir birliği içersindeyizdir. Batıda tiyatro biletleri pahalıdır ama salonlar da doludur. Oralarda zaten tiyatroya gitmek bir alışkanlıktır. Sigaraya uzanan eller gibi, batıda da tiyatro biletine uzanan eller vardır. Bir açlık vardır; insanlar “tiyatrom geldi” derler. O açlığı gidermek gerekir. Tabii tiyatronun bir de artık sanayi haline gelmiş olduğunu da unutmamalıdır. İşte “Broadway”, “Covent Garden”, “Royal Academy”, “La Comedie Française” gibi... Turizm alanındaki katkıları da artı değer sağlar.

     Tek Satır - 26.05.2009, Salı




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5808634
Online Ziyaretçi Sayısı:19
Bugünlük Ziyaret :964

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.