Tuğrul Göğüş - Ahmed Adnan Saygun'un Mücadeleci Kişiliği ve Bu Kişiliği Hazırlayan Etkenler

Tuğrul Göğüş

     Uluslararası övünç kaynağımız, değerli öğretmen, eğitimci ve bağdar Ahmed Adnan Saygun'un yılmayan bir mücadele insanı olduğunu sanırım ertikten tüm küğ adamları yakından bilmektedirler. Sayın Saygun’un bu mücadeleci kişiliğini sağlayan etkenleri irdelemezden önce bu büyük sanatçının doğum ve ölüm tarihlerini tekrar hatırlamakta yarar bulunmaktadır. 7 Eylül 1907 tarihinde İzmir’de doğan ve 6 Ocak 1991 tarihinde İstanbul’da ölen Saygun’un yaşadığı dönem, özellikle de gençliği Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna denk gelmekte ve hızla kalkınan genç bir ülkenin kültür ve sanat alanında yaptığı hamleler ile çağdaş uygarlığı yakalama çabalarının tam içine düşmüş bulunmaktadır. Ayrıca Ahmed Adnan Saygun’un yaşamının son yıllarının gerici ve Atatürk karşıtı fikirlerin yavaş yavaş açıktan söylenmeye başlanan bir döneme denk gelmesi de mutlaka belirtilmesi gereken bir başka olgudur.

     a) Ahmed Adnan Saygun’un Ataları:

     Bu değerli sanatçının atalarının ülkemize son derece hayırlı bir evlat yetiştirdiklerini mutlaka vurgulamak zorundayız. Aslen Nevşehirli olan aile mensuplarının içinde ilmiyeye mensup olan, yani din bilimleri okutan kişilerin mevcut bulunması ise bir başka ilginç noktadır. Örneğin Ahmed Adnan Saygun’un babası olan Mehmet Celaleddin Saygın da bir din bilgini olarak yetiştirilmişti.

     Saygın ailesi üyeleri arasında çok ilginç kişiliklerle de karşılaşıyoruz. Ailenin büyüklerinden biri olan Mehmet Efendi, Kavalalı isyanında Osmanlı Ordusu’na Nevşehir’de fişek ikmali yaptığı için “Fişekçi Mehmet Efe” olarak anılmaktaydı. Bu lakabın aileyi betimlemek için kullanıldığı da bilinmektedir. Nevşehir’de bir cami de bu şekilde isimlendirilmişti.

     Görüldüğü üzere Ahmed Adnan Saygun’un ailesi vatanlarını seven ve bu uğurda çabalar harcayan kişilerden oluşmaktaydı. Bunun genç Saygun’un yetişme çağında kişiliğine nasıl bir etkide bulunduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek…

     Saygun’un babası, nam-ı diğer Celal Hoca her ne kadar din bilgini olarak yetiştirilmişse de ailenin Alaşehir’in ardından İzmir’e yerleşmesinden sonra merak saldığı matematik dünyasına iyice girdiğini görürüz. Mehmet Celalettin Saygın İzmir’in ünlü matematik bilgini Kurmay Selahattin Saip Bey’den özel matematik dersleri alarak kendini yetiştirmişti. Celal Hoca’nın öğrendiklerini geniş kitlelere aktarabilmek için matematik öğretmeni olduğunu ve İzmir’in çeşitli okullarında öğretmenlik yaptığını da belirtelim.

     Kısacası Ahmed Adnan Saygun dönemine ve içinde bulundukları toplum kesimine göre son derece aydın olan bir ailede gençliğini geçirmişti. Saygun’un kişiliğinin oluşumunda bu ortamın çok etkili olduğu da açık bir gerçektir.

     Celal Hoca’nın en önemli düşlerinden birisi de İzmir’de bir “Genel Kitaplık” açabilmekti. Celal Hoca bu düşünü fikirdaşları ile omuz omuza vererek gerçekleştirdi. Böylece okuma–yazmayı ve dahası kültürü geniş halk kesimlerinde yaygınlaştırmak O’nun için bir ülkü idi. Celal Hoca bu ülküsünü gerçekleştirdi ve kütüphanenin daha da güçlenmesi için 1954 yılında ölene dek çabalarını sürdürdü. 1872 yılında doğan merhum Celaleddin Saygın 1895–1900 yılları arasında İzmir’de okuma gereksinimi duyan insanlara hizmet verebilecek bir genel kitaplık kurulmasını düşünenlerin başında gelmekteydi. Elbette böyle bir babanın oğlu olmak ne büyük bir şanstır!

     Ahmed Adnan Saygun’un mücadeleci kişiliğini belirleyen kişilerin başında babası gelmektedir. Celal Hoca kitaplık fikrini uygulamak için çeşitli yerlerde çeşitli girişimlerde bulundu, bu girişimlerden bazılarının sonucunu alamadı; bazan da sonuç bu idealist insana tam bir doygunluk sağlamadı. İlk denemesini "İkiçeşmelik Camii" karşısındaki kahvehanede yapan Celal Saygın burada birkaç yüz ciltlik bir kitaplık meydana getirdi. Ancak bu sonucu yeterli görmeyen Celal Hoca ideallerini terk etmedi ve “umumi bir kütüphane” kurma fikrini 1912 yılında zamanın ilgililerine sürekli anlattı, ayrıca böyle bağımsız bir kütüphanenin yaşaması için gereken sürekli geliri elde etmek amacıyla o tarihlerde İzmir’de çok rağbet gören bir sinema işletmesi kurulmasını planladı. Olağanüstü inandırma yeteneği ile bilimsel, kültürel ağırlığı olan Celal Hoca, İzmir’in tanınmış ailelerinden olan Salepçioğulları'nın konağının selamlık kısmını kitaplık için ücretsiz olarak sağlama başarısına ulaştı. Bir açık hava sinema işletmesi için gereken parayı ise ödünç aldı, bu parayı alabilmek için Kadızade İbrahim Refik Bey’i kefil olmaya razı etti. İlk sermayeyi üç arkadaş ceplerinden üç altın koyarak temin etttiler; bir piyano, bir film oynatma makinası, elektrik için bir de jeneratör aldılar, elde ettikleri gelir ile önce borçlarını ödediler, daha sonra da bu mekanın üstünü örterek kışlık bir sinema durumuna getirdiler. Bu çalışkanlığa, inanca ve insanüstü gayrete dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Bu inançlı insan ve arkadaşları 1912–1914 yılları arasında Kütüphane’ye 4.000 eser temin ettiler. Böyle bir babanın evladının da inançlı, idealist ve çalışkan olmasından daha normal ne olabilir?

     Celal Saygın Bey İttihatçıların Kütüphaneyi kendilerine bağlama girişimlerine de "Bu kitaplık İzmirlilerindir. İttihatçı da İtilafçı da gelebilir. Kütüphane milletindir. Hiç bir partiye mal edilemez..." diyerek engel oldu, direnç gösterdi. Bu nedenle ücretsiz yapmakta olduğu başkanlık görevinden alınarak ismi var cismi yok "İlmi Heyet" başkanlığına getirildi. Kısacası doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen Celal Bey, inançları doğrultusunda her türlü makamı bırakabileceğini de ispatladı.

     Birinci Cihan Harbi’nin ülkemizi çok zorladığı 1914 ile 1918 yılları arasında Celal Hoca yılgınlığa kapılmadı ve "Milli Kütüphaneyi Geliştirme Girişimi"nin esas motoru olmayı sürdürdü. Savaş sonrası Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin iktidarı karşısında Reis Sezai Bey (Söker) İttihat ve Terakki'nin bir kolu olarak çalıştırdığı Kütüphaneyi bırakma hazırlıklarına giriştiğinde Celal Hoca yeniden harekete geçti. Bu olayı Ahmed Adnan Saygun hatırlamaktadır. Babası konuyu annesi Zeynep Seniha Hanım'a anlatırken kulak tanığı olmuştur: "Kütüphane siyasal inanç farkı göstermeksizin herkesin malıdır. Ben kurdum, yok edilmesine göz yumamam.”

     Mütarekeyi Yunan işgali takip etti ve Yunan baskısı da gecikmedi. Özellikle “Milli” ismi üzerinde duruyorlardı. Celal Hoca'yı polise götürerek sorguladılar. Kuruluşundan beri var olan “Milli” sıfatını kaldırtamayınca Celal Hoca tutuklandı. Genel Vali Steryadis “Milli” sıfatı kalkmaz ise kitaplara el koyacağını ve Kütüphanenin kapatılacağını kesin bir dille ihtar etti. Artık yapacak bir şey kalmadığını gören Celal Hoca ve Yönetim Kurulu “Milli” sıfatını kaldırarak O'nun yerine “Şehir” adını koydular.

     Genç Ahmed Adnan Saygun "İzmir kurtulunca Beyler Sokağı'ndaki Kütüphanenin kapısı üzerindeki eski büyük levhanın indirilerek Milli adının yeniden yazılışını çok iyi anımsıyorum, hatta yeni levhanın yerine konulmasında gücüm yettiğince yardımcı olduğumu da hatırlıyorum" demiştir.

     b) Bir Halk Adamı Olarak Saygun:

     Açıkça görüldüğü gibi babası ulusalcı bir kimlik taşıyan Saygun da vatanını son derece seven bir insan olarak yetişti, yetiştirildi. Bir insan ve bir yaratıcı sanatçı olarak içinde yaşadığı toplumla bütünleşmenin gerekli olduğuna inanan Saygun, Ergican Saydam'ın "Ankara Filarmoni Dergisi" için kendisiyle yaptığı bir söyleşide düşüncelerini şöyle anlatmaktadır: "Halkın ruhuna nüfuz edebilmem için, onun psikolojisini anlamam için ve dolayısıyla kendimi anlayabilmem için, kendi problemlerimi anlayabilmem için, insanı, köyümüzü, Anadolu'yu anlamam lazım geldiği kanaatına vardım ve devamlı dolaştım, köylerde yaşadım." (Ankara  Filarmoni Dergisi, Sayı: 86, Sayfa: 5-6).

     Saygun için Anadolu çok önemliydi. O denli önemliydi ki söylediği şu sözler tarihe geçecek niteliktedir: "Benim yazılarımın temelinde yatan unsur Anadolu’dur; ama bununla birlikte sanat musikimizden de bir çok unsuru elbet de aldım. O da bizim çünkü, o da bizim, onu da alıyorum."

     Saygun Anadolu topraklarında doğmuş, yaşamış bir bağdar olarak öz kaynaklarına sıkı sıkıya bağlıydı. Saygun açısından halk küğümüzün ve makamlarımızın önemi öylesine büyüktür ki kendisi bunlarla sadece bağdama tekniği bakımından ilgilenmekle yetinmedi, küğümüzü bir bilim adamı olarak da derinlemesine inceledi. Atatürk'ün "milli ve asri" bir devlet kurarken atılan her adımı "Cihanşümul" sıfatı ile tanımlaması Saygun’un yaklaşımının başlıca nedenlerinden biridir.

     c) İnsani Nitelikleri ile Saygun:

     Ayrıca Saygun’daki insancıl yaklaşımı betimleyen kendisine ait şu sözleri de sizlere okumak isterim: “Bir besteci olarak istediğini istediğin teknikle yaz. İstersen eski  perde sistemine göre yaz. Sonuçta evrensel çizgiye ulaşabiliyor musun? İnsanlığa seslenebiliyor musun? Sadece kendi toplumuna hitabetmek yeterli değildir. Eserlerinle tüm insanlığı etkileyerek, yerel sanatçı olmaktan sıyrılıp evrensel bir sanatçı haline gelebiliyor musun?”

     Saygun, insan sorunlarını küğ yolu ile dile getirme çabasındaydı. Örneğin son yıllarda yazdığı şarkı demetlerine “İnsan İçin Deyişler” başlığını koymuş olması da bu yönden ilgi çekicidir. Özetle Saygun Anadolu toprağına kök salmış, bizi yaşayıp, duygularımızı küğ yolu ile dile getirmiş olması nedeniyle ulusal, fakat aynı zamanda dünya çapında düşünen ve dünya sorunlarına açık tutumu nedeniyle uluslararası bir bağdardır.

     d) Saygun’u Etkileyen Öğretmenler:

     Saygun’u küçük yaşlarda etkileyen kişilerin başında İsmail Zühtü (Kuşçuoğlu) Bey bulunmaktaydı. Bu ülkücü, heyecanlı adam, çok kez anlaşılamamanın, kendi isteklerini yerine getirememenin sıkıntısı içinde kırkyedi yaşında alkolden ölmüştür.

     Saygun’un babasının dileği oğlunu İstanbul'a, üniversiteye göndermek idiyse de genç Adnan bu yaklaşıma direndi; küğ dışında başka bir şey düşünmek istemedi.

     Saygun’un ilginç bir olayını da burada anlatalım: Saygun o sıralarda Hüseyin Saadettin Bey'in görevle İzmir'e geldiğini duyunca aracı koyarak O’nunla ilişki kurdu. Hüseyin Saadettin Bey genelde ders verdiği öğrencilerden olumlu sonuç alamadığı için ders vermekten vazgeçerse öğrencinin "Hilal-i Ahmer"e bağışta bulunması koşuluyla ders vermeyi kabul eden bir kişiydi. Fakat Saygun’la yaptıkları çalışmalar tamamen Hüseyin Saadettin Bey yüzünden bir türlü düzenli gidemedi. Sadettin Bey'i bulmak mümkün olmadığı gibi yapılan dersler de Hüseyin Saadettin Bey’in hazırladığı bir uyum kitabından kopya çekmek, verilen bir kaç ödevi hazırlamaktan ibaretti. Çalışmalarda dört/altı uygularına kadar gelmiş olmalarına karşın dersler düzenli sürdürülemediğinden Saygun anlaşmanın Sadettin Bey'ce bozulmuş olduğunu savundu, bunun üzerine de yapılan anlaşma uyarınca "Hilal-i Ahmer"e bağışın Sadettin Bey'in kendisince yapılmasını istedi. Bu olayı Saygun’un kişiliğine ilişkin çok ilginç bir örnek olarak ele alabiliriz.

     Ahmed Adnan uyumbilgisi dersi alma ve öğrenme çabasındaki bir genç olarak piyano öğretmeni Macar Tevfik Bey ile görüşme yaptıysa da bu küğcüden "armoni dersi ile uğraşamam" karşılığını aldı. Macar Tevfik Bey Saygun’a kendisinin de geçmiş yıllarda okuduğu Reicha'nın kitabını önerdi. Öğrenme isteği ile dopdolu olan genç Saygun bu kitabı İstanbul'da arattırdı, ancak bulamadı. Buna karşın kendisine Richter'in uyum ve karşıezgi kitabı gönderildi. Saygun bu kitabı Türkçe'ye çevirdi, içindeki ödevleri yaptı, hatta bir arkadaşını dahi bu kitaptan çalıştırdı. Saygun'da daima karşılaştığımız, yoklukların yol açtığı kendi kendine öğrenme zorunluluğu hep ortaya çıkmıştır.

     e) Kendi Kendini Yetiştiren Saygun:

     Saygun bir süre “İzmir Milli Kütüphanesi”nde memur olarak da çalıştı ve bu sırada Jadassohn'un uyum ve karşıezgi kitapları ile Wagner'in yaşamını ve kütüphaneye yeni gelmiş olan otuzbir ciltlik "La Grande Encyclopedie"deki bütün küğ maddelerini yılmadan Türkçe'ye çevirdi. Bu örnek öğrenmeye susamış, küğe gönül vermiş bir insanın nasıl çalıştığını gösteren inanılması güç bir örnektir.

     f) Eğitimci ve İdareci Olarak Saygun:

     Saygun 1931 yılı başında Ankara'ya geldiğinde "Musiki Muallim Mektebi"ne karşıezgi ve kuram öğretmeni olarak atandı. Yurda dönüşünden itibaren çok etkin olan genç sanatçı okuldaki derslerinin yanında sürekli bağdalar yapmaktaydı. 1933 yılında uyumbilgisi öğretmeni olan Ulvi Cemal Erkin ile birlikte derslerinde öğrencilerin yazdıkları çalışmaları sergilemişlerdi. Saygun okul yönetiminden izin alarak öğrencileriyle "Rönesans Küğü" üzerine çalışmalar yapmak istemişti. Fakat burada onur kırıcı bazı engeller ile karşılaştı. Derslerine çalışmamakta israr eden bazı öğrencilerin idare tarafından öğreticiye yeğ tutulması, hatta karşıezgi dersinin küğ öğretmeni olacaklar için gereksiz sayılarak kaldırılması Saygun’u çok üzdü. Ayrıca en güvendiği arkadaşlarının bile o günkü okul yönetiminin istediği gibi davranarak kendisini birdenbire yalnız ve ortada bırakmaları O’nu derinden yaraladı. Saygun bunun üzerine 1933 yılında yeni kurulan "Türk Dili Tetkik Cemiyeti"ne çağrılmasını da fırsat bilerek hemen bu cemiyetin "Güzel San'atlar ve Bediiyyat" koluna önce üye, sonra sekreter ve birkaç çalışma sonra da o vaktin başkanı olan İbnürrefik Ahmed Nuri’nin ölümü üzerine de başkan oldu.

     g) Saygun’un Özsoy Operası Macerası:

     Saygun okulda karşılaştığı zorlukları 1934 yılı baharında kendisine verilen yeni bir görevle bir anlamda unutmuştu. Tüm ayrıntıları ile konusunu Gazi Mustafa Kemal’in verdiği "Özsoy Operası"nın cönkünü Münir Hayri Egeli hazırlamıştı ve Haziran ayında yurdumuzu ziyaret edecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi onuruna verilecek olan temsil için operayı bağdamak üzere Ahmed Adnan seçilmişti. Saygun bu görev kendisine verildiğinde henüz 27 yaşındaydı ve daha önce hiç operası bulunmayan Türkiye’nin ilk operasını yazacağı için çok sevinçliydi. Ancak o günün koşullarında yalkıcı, koro ve büyük orkestra bulmak olanaklı olmadığı gibi zaman da son derece kısıtlıydı. Ayrıca ne "Musiki Muallim Mektebi Korosu"na ne de "Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası"na izin verilmemişti. Koro "Kız Lisesi" öğrencileriyle "Gazi Muallim Mektebi" öğrencilerinden oluşturulmuştu. Orkestra'nın yaylı çalgılarını "İstanbul Konservatuvarı"ndan, üfleme çalgılarını da "Riyaset-i Cumhur Armoni Mızıkası"ndan almışlardı. Halil Bedii Yönetken koroyu hazırlamış, Nurullah Şevket de bir kaç role çıkmıştı. Saygun’a verilen süre toplam olarak bir aydı. Bu yoklukların yanısıra bir de “Riyaset–i Cumhur Filarmoni Orkestrası” yönetkeninin engelleme çabaları bulunmaktaydı. Tüm bu olumsuz koşullara karşın Saygun kendisine verilen cönkü bağdadı, yalkıcıları buldu, koroyu kurdu ve orkestrayı hazırlayarak Türkiye’nin ilk opera yaratısını ortaya çıkardı. Uykusuz geçen gecelerde hissettiği coşkuyu belirten Saygun, bu coşkunun yalnızca O’nda bulunmadığının altını koyu bir şekilde çizmiştir. Bu kısa zaman diliminde yirmiyedi gün gece-gündüz uğraşılmış, yaratı bir taraftan bağdanmış, bir taraftan partiler hazırlanmış, bir taraftan da çalışılmıştı. Bu olayda da görüldüğü gibi küğ çevreleri daha o zamanlar kendi içlerinde anlaşamamakta, entrikalar döndürülmekte, Atatürk’ün de bizzat içinde olduğu bir planlamaya karşın bir türlü sevemedikleri ve başarılarını kıskandıkları Saygun’a karşı ayak oyunları oynamaktaydılar. Ancak son derece mücadeleci bir kişiliği olan Saygun genç yaşına rağmen bu olaydan darbe almak bir yana, büyük zafer elde ederek kurtulmayı başarmıştı.

     Bu eserdeki başarısı üzerine Ahmed Adnan "Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası"nın yönetkenliğine atanmıştı. Ancak orkestranın alıştığı rahat koşulların tersine kurumu disiplin altına almaya çabalaması çeşitli tepkiler doğurmuş ve çeşitli art niyetler oluşmuştu. Bu durum Saygun’un çalışmalarını son derece zor hale getirmişti. Yaşadığı birçok sıkıntı sonucunda Saygun "üşütme ve orta kulak iltihabı" diye tanımlanan bir rahatsızlığa tutuldu ve o zamanlar Milli Savunma Bakanı olan Zekai Bey'in özel ilgisi ile ameliyat için İstanbul'a gönderildi, yaşamı kıl payı kurtarıldı. İki ameliyat geçiren Saygun 1935 yılı Mayıs sonunda Ankara'ya döndüyse de Eylül ayına kadar dinlenmesi önerildi; bu arada da orkestranın başına yönetken olarak Dr. Praetorius getirildi. Saygun ise aynı yılın sonunda orkestradan tamamen ayrıldı. Bu örnek Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarından günümüze dek sanat kurumlarımızda hemen hemen pek bir şeyin değişmediğinin son derece canlı bir örneğini oluşturmaktadır.

     h) Mücadeleyi Terk Etmeyen Lider Ruhlu Saygun:

     Bu görevden ayrıldıktan sonra “Halkevleri”nin o zamanki başkanı Ferid Celal Güven, Saygun’dan çalıştırmakta olduğu koroya devam etmesini istedi. Bu talep üzerine Saygun 1936 yılına kadar bu görevi sürdürdü. Ancak aynı yıl Rusya'ya giden sanatçı dönüşünde bu görevinin de elinden alındığını görerek büyük üzüntüler yaşadı.

     Bu gelişme üzerine kendisine önerilen "İstanbul Belediye Konservatuvarı"nda öğreticilik yapmayı kabul etti ve bu kurumda üç yıl görev yaptı. 1939 Nisanı başında ise “Halkevleri” danışmanlığı ve denetmenliğini kabul ederek yine Ankara'ya döndü. Anılan dönemde “Halkevleri” “Cumhuriyet Hak Partisi”ne bağlı olduğu için bu atanmanın devletle bir ilgisi yoktu; Saygun bu görevi 1950 Mayıs'ına kadar sürdürdü, dağıtılan korosunu toparladı ve daha geniş alanda çalışmak için "Ses ve Tel Birliği"ni kurdu. Ancak değişen siyasal durum bu derneğin “Halkevleri” bünyesinden ayrılmasına neden oldu. Cenap And'ın yardımlarıyla oda küğü dinletileri şeklinde etkinliklerini sürdüren dernek Saygun'un İstanbul'a kesin gidişi ile birlikte kendiliğinden yok olmuştur.

     Saygun'un 1936 yılı Kasım ayında Bela Bartok'la Adana yöresinde yaptığı on günlük derleme gezisi sanatçının yaşamındaki önemli noktalardandır. Gezinin “Halkevleri”nce düzenlenmiş olması bu kurumun önemini bir kez daha gözler önüne sermişti. Saygun “Halkevleri” aracılığıyla küğ öğretmenlerine ve yerel çalışmalara büyük katkılarda bulunmuştur.

     ı) Tekrar Konservatuvar Öğretmenliği:

     25 Mayıs 1946 Saygun için en önemli günlerden biridir. Çünkü o akşam "Yunus Emre Oratoryosu" seslendirildi. İsmet İnönü'ye adanan bu eser için Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel dinleti izlencesinin önsözünü yazdı ve Ahmed Adnan Saygun bu dinletiyle adeta yeniden doğdu. Bu başarı O'na tekrar "Devlet Konservatuvarı"nın kapısını sonuna kadar açtı; bağdama öğreticiliğine atanan Saygun verdiği zorlu mücadeleler ile kendisine karşı yapılan tüm ayak oyunlarını bozmayı başarmıştı. Bu başarı çalışan ve üreten bir insanı hiçbir kötülüğün yıkamayacağının da önemli bir göstergesidir.

     Kısacası Ahmed Adnan Saygun yaşamının ilk kırk yılını çeşitli sıkıntılarla geçirdi, diğer kırk yılında ise her yerde onurlandırıldı. Bu büyük Türk sanatçısı hiç bir zaman eğilip bükülmedi, doğru bildiği yoldan hiçbir zaman vazgeçmedi. Günümüzün türlü çeşitli entrikaları ve ayak oyunları ile kirlenen küğ ortamında O’nun yaşamı ve tutumu hepimize örnek olmalıdır.

     Özetleyecek olursak Ahmed Adnan Saygun gerek ataları ve özellikle babasının kendisine aktardıkları yaşam biçimiyle, yaşadığı dönemde bir imparatorluğun batışı ve yeni bir cumhuriyetin doğuşuyla yoğurulmuş, aldığı eğitimin kendisine verdiği değerlerle bezenmiş, yüksek ideallerle donanmış bir kimlikle Türk küğüne yön vermiş, başına gelen türlü çeşitli olaylarla çetin bir mücadele adamı olduğunu kanıtlamıştır.

     Ahmed Adnan Saygun’un değerli varlığı karşısında saygıyla eğiliyorum.

     Tuğrul Göğüş (Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı Keman Öğretmeni)
     30 Ağustos 2007

     (Bu yazı 5–6–7 Eylül 2007 tarihlerinde "İstanbul Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi"nde düzenlenen "3. Müzik Öğretmenleri Sempozyumu"na bildiri olarak verilmiştir. Üçüncü yılını geride bırakan bu çok önemli sempozyumun düzenleyicilerine ve özellikle Sayın
Alp Özeren'e en içten saygılarımı sunmayı bir borç biliyorum.)




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5767175
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :1539

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.