Leyla Cantürk / Erken Eğitimde Şiniçi Suzuki


    
Önsöz

     Herşey 1988’de başladı.

     Anne oluyordum, bir birey geliyordu ve ben O’nun kişisel gelişiminin, eğitiminin temel taşlarını örmek zorundaydım. Paniğe kapıldığımı hatırlamıyorum. Sadece olağanüstü mutluydum.

     Hollanda’daki yaşamımın beşinci yılıydı. Yeni ve ayrı bir dünyanın içindeydim. Ben burada eğitilmemiştim ve eğitim sistemleri her yönüyle bambaşkaydı. Yani hiç te öyle “saldım çayıra, mevlam kayıra” demiyordu buralılar. İş ciddiydi, eğitebilmek için önce kendimi eğitmeliydim. Ancak oturmuş bir sosyal sistemin içinde eğitim konusu da boş bırakılmadığı için yolumu bulmam pek te zor olmadı. Genelde, gerek annelerde gerekse öğretmenlerde hep bir “eksik bıraktım” kaygısı oluşur. Babalarınsa yüzde doksanı eğitim konusunu anneye bıraktığından fazla bir telaşı gözükmez. Dolayısıyla bu satırlarda daha çok anneler ve eğitmenlerle sohbet edeceğim. “Sohbet” diyorum, çünkü elinizdeki kitap iddialı bir eğitim kitabı değildir. Amacım, ünlü Japon keman eğitmeni Şiniçi Suzuki’nin öğretisini açarak detaylarıyla irdelemektir. Ne yazık ki bu ünlü eğitmen ve öğretisi Türkiye’de çok az tanınmaktadır, o da sadece bir “keman öğretmeni” genelindedir.

     (Suzuki hakkında bilgi kitabın ekindedir.)

     1- Yolun Başı

     Oğlum dört yaşına gelene kadar herşey, kurallar içinde, ama benim sevgi kurallarım daha ağırlıklı olmak şartıyla, tasasız ve kendiliğinden gelişti. Hollanda’da okula başlama yaşı 4’tür ve bu yaşta en önemli yol seçimi yapılır. Seçenekler ise “işte özgürlük!” dedirtecek kadar zengindir. Rudolf Steiner’in “bağımsız” sistemi, Montessori okulları, katolik ya da protestan okullar, serbest belediye okulları... Üstelik bizim Türkiye’nin fakir Anadolu köylerinde yoksulluktan gelen bir ihtiyaçla, bir sınıfta üç ayrı gurubun (yani birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların) birarada eğitim görmesi, burada birkaç sistemin özelliklerini de oluşturuyordu.

     Oğlum dört yaşına bastığı günden itibaren bu sistemlerin içine dalmış oldu. Aynı dönemde keman dersi verdiğim “den Haag Devlet Müzik Okulu”nda (sonradan özelleştirilip vakıflaşarak “Koorenhuis” adını almıştır) Suzuki keman dersleri hep ilgimi çekiyordu ve dikkatle izliyordum. Oğluma ikibuçuk yaşındayken bir adet sekizde bir kemancık almıştık. Canı istediği zaman avaz avaz söylediği şarkıları, kendi serbest tarzıyla kemanında da çalardı. Çıkan sesler söylediği melodi değildi elbet ama O çok mutlu olurdu kendi yaptığı müzikten. Beş yaşına bastığında, Suzuki keman eğitimi için ideal bir kıvama geldi ve ilk derslerine başladı.

     Aynı dönem, benim için de yeni bir yolun başlangıçı oldu. Şiniçi Suzuki’nin talebelerinden olmakla gurur duyan ve Utrecht’te ders vermekte olan Suzan Johnson’un (Amerika’lı olup 1970’lerde Japonya’da “öğretmen yetiştirme” diplomasını alıp Hollanda’ya yerleşerek burada Suzuki geleneğini başlatan ve yayan ilk Suzuki öğretmeni) Utrecht’te Suzuki öğretmenliği kursları vereceği duyuruldu. Memleketin çeşitli yörelerinden altı bayan keman öğretmeni ile beraber ben de bu kurslara başladım.

     Derslerimiz Pazar günü olup bir bütün günü kapsardı ve dinlenme saatlerinde de Suzuki’nin felsefesi, Zen budizminin sanata bakışı, Zen meditasyonuyla müziğe yoğunlaşma konularında sohbet eder, tartışırdık. İki yıl süren bu derslerimiz sırasında fırsat buldukça Belçika’daki kurslara da katıldık. O iki yılın içinde Suzan Johnson, yakın arkadaşları olan Janine Jansen (Belçika) ve Tove Detreköy’ü (Danimarka) de derslerine çağırarak eğitimimizi zenginleştirirdi. Bütün Avrupa’da erkek Suzuki öğretmenleri olmasına rağmen, bizim öğretmenler gurubumuz kurs sırasında hep sadece bayan kaldı. Dolayısıyla araya bayansı sohbetler, dedikodular, mutfak fasılları da girerdi. Ama hepsinde ve her an Suzuki’nin gülen gözlerini üstümüzde hissederdik. Her şey “sevgi” doluydu.

En solda Tove Detreköy, en sağda Leyla Cantürk. 1998 yılı, Turmhout'da (Belçika)

     En solda Tove Detreköy, en sağda Leyla Cantürk. 1998 yılı, Turmhout'da (Belçika)

     * * *

     2- Anadili Metodu

     Suzuki geliştirdiği “erken eğitim metodu”nun çıkış noktasının “anadilinin” doğal öğrenim şekli olduğunu yazar. Herhangi bir acele ve zorlama olmaksızın, sevgiyle yapılan tekrarlar, tekrarlar... “Anne de bakayım, anneee”. Vakti geldiğinde o kelimeyi duymak ne tatlı bir mutluluktur! Dikkate değer bir tepki ise, bu mutluluğun çocuğa yansımasıdır. İyi birşey yaptığını farkeden çocuğun, öğrendiği bu sihirli kelimeyi, daha çok beğenilmek, sevilmek arzusuyla tekrarlamasıdır. Dört-beş yaşındaki küçüğün, Suzuki keman metodunun ilk çeşitlemelerini öğrendiğindeki tepkisi de aynıdır. “Öğrenmeyi öğrenmenin” ilk adımlarıdır ve bu adımlar kısa zaman sonra sıklaşarak koşar adıma dönüşecektir. Yine Suzuki’nin ısrarla üzerinde durduğu bir nokta da, öğrenilen her adımın pekiştirilmesi için tekrarın ihmal edilmemesidir. Bu, sadece müzik konusuyla sınırlı değildir, diğer konularda, örneğin matematikte de geçerli bir yoldur.

     Sistem olarak “tekrar”ı, konuyla ilgili ise “çevrenin etkisini” temel alır. Bizdeki “armut dibine düşer” atasözü, Suzuki’nin “çocuk çevrede olanı alır” düşüncesini çok güzel özetliyor.

     3- Çevre

     Suzuki, eğitimde kalıtımsallığı tamamen reddederek, çevrenin etkisini kesin temel öge olarak işliyor. “Sevgiyle Eğitmek” adlı kitabında, bu tezini kanıtlamak için sayısız örnekler veriyor. Örneklerden biri olan, iki Hintli çocuğun ormanda kurtlar tarafından büyütülmesi ve çocukların giderek vücudça da kurtlara benzer karakterler geliştirmesi en ilgincidir. Bu örnekte gerçekten çevrenin genetiğe üstün geldiğini görürüz. Öyle ki, bu çocuklar Hintli bir rahip tarafından bulunduklarında göğüsleri ve omuzları kıllanmıştı. Suzuki kitabında bu çocukların kurtlardan edindikleri özellikleri (ki inanılmayacak kadar çoktur) bütün detaylarıyla anlatır. Kalıtım mı, çevre mi tezleri süre giderken internet harikalarından birinde, genetik özelliklerin çevre etkisiyle nasıl değişimlere uğradığını anlatan bir yazıya raslamıştım. Bunun önemi eğitmenler için şu noktada temel teşkil eder ki, “çocuğum acaba kabiliyetli mi” sorusuyla gelen ebeveyne çevrenin etkisini, bu konuda yapılması gerekenlerin önemini kabul ettirebilmek gerek. Elbet bunu kabul ettirebilmek için öncelikle eğitmenin, bu “çevre” etkisini “yetenek”, yani “kalıtım”ın etkisinden önde tutması şarttır.

     Suzuki’nin kalıtımsallıkla ilgili yazdıklarında şu düşüncesi yer alır. Kalıtımsallığın öğrenmedeki en önemli iki noktası; çocuğun öğrenme çabukluğu ve kapasitesidir. Sonra ekler: “Ne yazık ki günümüzde doğuştan hemen sonra bu iki yetiyi (kapasite ve çabukluğu) ölçme olanağımız yoktur. Eğer bu iki yetiyi de ölçebilseydik ve bu veriler ışığında eğitimi yönlendirebilseydik ne harikulade olurdu!” Ama günümüzde bu da yapıldı! 2010 başlarında Hollanda TV’lerinde duyduğum bir haber beni yerimden zıplatmıştı, ama her zaman olduğu gibi bu olağanüstü güzelliği paylaşabileceğim kimseler yoktu çevremde. Haberde; Amerika’da Hollandalı ve Amerikalı araştırmacıların uzun zamandır üzerinde çalıştıkları “yeni doğan bir bebeğin beyninde yapılan testler ile öğrenme kapasitesinin ölçülebilir hale geldiği” açıklanıyordu. Ne olağanüstü bir gelişme! Devamından habersizim ne yazık ki.

     4- Erken Başlamak

     Suzuki bütün eğitim bilim çalışmalarında ısrarla erken eğitimin önemini vurgular ki kendinden sonraki eğitim bilimciler de bu konuda aynı görüştedirler.

     0-5 yaş dönemi, ailenin ve çevrenin çocuğu kesin şekillendirdiği temel dönemdir. Bu dönem içinde çocukları doğru yönlendirme son derece önem kazanmaktadır. Bu beş yılı nasıl değerlendireceğiz? Akıllarını, zekalarını,duygularını ve davranışlarını nasıl eğitip geliştireceğiz? İşte bu soruların cevapları büyük oranda “çevrede” yatıyor. Çoğunlukla hamilelik döneminin huzurlu geçmesinin bebeği etkilediğini bilir, hatta bu dönemde anne adaylarına Mozart’ın güzel müziğini sağlık veriririz. Doğum sonrası ise bu özen gerilemeye başlar. Günlük telaşlar bizi yavaş yavaş istediğimiz sistemi tavsatmaya iter. Bu noktada ise “sistemli olabilme” konusu devreye girer. Monotonluğa ve mekanikliğe düşmeden çevrede yerleştirilen uyumlu bir düzen ve bu düzenin “sistemleştirilmesi” çocuğun huzurlu ve olumlu gelişimi için gereklidir.

     Buraya kadar olan noktaları daha açarsak: Eğitimin çevreden başladığı ilkesi temelinde, Suzuki, çocuğun keman derslerine başlamasından önce annesi ya da babasıyla derslere başlar. Eğer çocuk herhangi bir sanatı, çevresinin etkisi ve desteğiyle öğrenmeye başlamış ve pekiştirmişse “çekirdekten yetişme” deriz. Peki istediğimiz çekirdek çevremizde yoksa ne olur? Vermek istediğimiz konuyu çocuğun anlaması eğitmenin bütün çabalarına rağmen son derece zor olur. Bu sebeple, ailenin çocuğa vermek istediğini, mümkün mertebe “çevreye, yakına” getirmesi gerekecektir.

     Bu noktada 1960’lı yıllarda okuduğum “Ankara Devlet Konservatuvarı”nın yatılı sistemini hatırlatmak istiyorum. Öğrencilerinin bir bölümü Anadolu’dan gelen, çoğunlukla eğitimini görecekleri kültüre yabancı olan çocuklardı. Giriş sınavında sadece alınacağı bölüme olan yatkınlığı ölçülürdü. Giderek okulun kültürel yapısı çocuğun çevresini oluşturur, yatılı sistemi ise kültürel ayrışımları törpüler, demokratik bir eşitlik yaratır, çocukların bireysel özelliklerini geliştirirken arkadaş dayanışmalarını da güçlendirirdi. Sanatçı rekabeti ancak bu dayanışma ve arkadaşlık ortamını yaralamayacak düzeyde kalırdı. Çocukların farklı aile yapılarına rağmen okul ortamı büyük aile olarak “çevreyi” oluştururdu. Ne yazık ki nüfusça gelişen memleketin ekonomik şartları ve de bu eğitime verilen önemin gerilemesi yatılı sistemi kaldırdı. Giderek, bu kültürü aile ortamında alabilen, “çevresi” aile tarafından hazırlanmış ön eğitimli çocuklar sınavlara girebilerek konservatuvar çatısına alınmaya başlandı. Bu gelişme, Anadolu şehirlerinin yerel kültürlerle yetinmesini, geniş dünya kültüründen uzaklaşarak klasik batı müziğine de yabancılaşmasını getirdi. Çeşitli kültürel ayrıştırmalara bir de bu ayrışım eklenerek, geniş kitlelerin kültürel yönden zenginleşmesini ve daha geniş bir dünya görüşü edinebilme haklarını sınırladı. Bu gelişmenin, toplumdaki hoşgörüyü gerileten etkenlerden biri olduğunu da düşünüyorum.

Suzuki öğrencileriyle-1

     Suzuki öğrencileriyle

   
 * * *

     5- Suzuki’nin Keman Eğitimine Adımı

     Suzuki, “Sevgiyle Eğitmek” adlı kitabında, Almanya’da eğitim yaptığı yıllarda, çocukların müzikle ne kadar mutlu olduklarını ve müzik kanalıyla ne kadar çok yönlü bir eğitim aldıklarını görüp “Niye Japon çocukları bu mutluluğu tatmasınlar” düşüncesiyle keman eğitimine yöneldiğini anlatır.

     Suzuki’nin kemanla tanışması yine “çevrede olmakla” ilgili, çünkü babası dünyanın en büyük keman fabrikasının kurucusu idi. Suzuki’nin dedelerinin üç kuşak boyunca kemana benzeyen bir Japon çalgısını yaptığını okuyoruz. Babasından önceki dörtyüz yıllık bir dönemde, İngiliz’lerle olan gerilimlerinden dolayı kemanın Japonya’ya girmesi yasaklanmış. Ta ki, 19. yüzyılın sonuna doğru babasının, öğretmeninin evinde bir keman görüp maketini çizmesine kadar. Pek çok deneme-yanılmalar sonunda 1888’de ilk kemanını yapar. Devamında büyük üretimlere ulaşacak olan fabrika kurulur. İşte Suzuki’nin çevresi bu fabrikadır.

     Suzuki, keman eğitimine başladığı yıllarda 17 yaşındadır. Babasının isteği, (sanatın herhangi bir bölümünü seçen pek çok gencin başına geldiği gibi) ekonomi okuyup fabrikanın başına geçmesidir. Suzuki’nin eğitimi bu yönde giderken saygı duydukları bir büyüğün (Markiz Tokugava) yönlendirmesiyle keman eğitimi için Berlin’e gider. İşte bu yolculuk ve batı rüzgarı, gerek Suzuki’nin hayatında, gerek Japon eğitim sisteminde, giderek bütün dünya “erken eğitim” sisteminde yepyeni kapılar açar.

     Berlin yıllarını Suzuki çok dolu geçirir. Konserleri, özellikle dönemin önemli sanatçılarını büyük bir dikkatle izler. Güzel bir tesadüf Albert Einstein’ın evinde pansiyoner olur. Kendisi de iyi bir kemancı olan Einstein’ın evi kültürel buluşmaların merkezidir o sıralar. Einstein’la birlikte konserlere giderlerken Einstein’ın evindeki dinleti ve müzik sohbetleri de Suzuki’nin batı müzik kültürünün içine derinlemesine dalmasına imkan verir. İşte bu müziği kendi ülkesine götürmeyi, “çocukları müzikle mutlu etmeyi”, bu çevre ve ortam içinde düşünür Suzuki.

     O yılların Almanya’sı “İkinci Dünya Savaşı”na yol açacak olan ekonomik krizlerle boğuşmaktadır. Buna rağmen Suzuki, Berlin’de geçirdiği sekiz yılın kültürel yönden çok besleyici olduğunu anlatır. Eşi ile Einstein’ın evindeki müzikli sohbet akşamlarında tanışır ve Japonya’ya dönmeden evlenirler.

     Suzuki kitabında bu döneme ait çok güzel anılar anlatır. Bunlardan birini buraya almak isterim.

     Einstein’ın evindeki yemekli bir davette Suzuki’nin de keman çalması istenir. Suzuki daha önce çalıştığı M. Bruch’un keman konçertosundan bir bölüm çalar. Yemek sonrası çay sohbeti sırasında yaşlı bir bayan (Alman olduğu anlaşılıyor) Einstein’a şöyle bir soru yöneltir: “Gerçekten anlayamıyorum. Suzuki Japonya’da, bizden çok farklı bir çevrede büyümüş ama buna rağmen yorumu, Bruch’un Alman üslubunu açıkça ifade etti. Lütfen söyler misin, böyle bir şey mümkün mü?” Einstein kısa bir duraklamadan sonra “Hanımefendi, bütün insanlar aynıdır” der. Bu soru ve cevap Suzuki’yi çok etkiler ve sabit fikirli Avrupalılarla karşılaştığımda benim de hep aklıma gelir.

     “İkinci Dünya Savaşı” yılları, Suzuki ve ailesi için muhakkak ki çok zor yıllardı. O yıllardaki yaşamlarını ve çektikleri sıkıntıları “Sevgiyle Eğitmek” adlı kitabında anlatır.

     6- Suzuki’nin -Anadili- Sistemini Keşfi

     1931-32 yıllarında, dört yaşındaki oğluna keman dersi isteyen bir baba gelir. O yıllarda bu yaş için düşünülmüş bir keman metodu yoktur. Suzuki, “Hayır, daha erken” diyemez ve düşünmeye başlar. Kardeşleriyle kurdukları bir kuartetin çalışmaları sırasında, “dört yaşındaki bir çocuğun ana dilini mükemmel öğrenmiş olduğunu” düşünür. Nasıl oluyor da çocuklar böyle zor bir dili bu kadar erken öğrenebiliyorlar? Bu sorunun cevabı, “erken eğitim” yönteminin cevabı olacaktır.

     Sonrasında ise erken eğitimle ilgili araştırmalar dünyanın dört bucağında hızla yayılıp gelişecektir. Gelişen teoriler genelde birbirlerini destekler yönde olup aralarında büyük çelişkiler yoktur. Eğitim bilimcilerin genelde ısrarla vurguladıkları, doğumdan 6 yaşa kadar olan dönemin önemidir. Kalıtımsallık ile çevrenin önemi son senelerdeki genler üzerine yapılan araştırmalar doğrultusunda yeniden tartışılıyor olsa da eğitmenlerin önemsedikleri noktalar arasında “çevre” yine de önemini koruyor.

     7- Suzuki Eğitim Sisteminin Avrupa’ya Uyumu ve Bireysellik, Toplumsallık Tartışmaları

     Suzan Johnson ile çalıştığımız sıralar, yaptığımız önemli bir tartışma vardı. Beraber kurs yaptığımız  öğretmenler bu metodun Avrupa eğitim sistemlerine uymadığını, bazı noktalarda ise Hollandalı çocuklar için ters bir metod olduğunu savunurlardı. Bu tartışmalar sırasında aynı savları, daha da açarak bizim “Anadolu ya da Türk karakterimizle” ne kadar uyuşup uyuşmadığını da düşünmüşümdür. Daha ileride bu noktaya da değineceğim.

     Avrupa eğitiminde “bireye” verilen önem iyi bilinir. Her ne kadar devamlı değişen, gelişen sistemlerin, eğitimi çok yönlü ve çok değişken karakterli yapmasına rağmen, yine de “bireysel gelişim” ön plandadır. Oysa Japonların gerek eğitim sistemleri, gerekse yaşam tarzları “toplumsal uyum” temelindedir. Buradaki “bireysel” ile “toplumsal” olayı, “uyuşamaz ya da bağdaştırılamaz iki zıt öge” olarak tartışma konusu olurdu. Oysa Suzuki kitabında hep özel derslerinden bahseder. Keman, gurup derslerinde değil, özel derslerde öğrenilir. Bizde de bu yanlış bilgi neredeyse oturmuş durumdadır. Oysa sistem; özel derslerde öğrenilen teknik ve müzik parçaları, gurup derslerinde pekiştirilir ve birbirlerini dinleme, uyum, karşılıklı öğrenme gibi, özel derslerde eksik kalan kısımlar tamamlanır. Yani, “bireysel” ve “gurup” eğitimi birbirinin zıddı değil, tamamlayıcısıdır. Ama Hollandalı çocukların iri yapısı ile uzak doğunun ufak yapılı ırkı arasında gerçekten bir tezat (zıtlık) vardı. Bir filin hareket yavaşlığı ile bir fare, ya da bir karıncanın hareket çabukluğunu düşünün... Yani biyolojik motorikteki ayrılık. Bir filin kalp atışlarıyla bir farenin kalp atışları da farklıdır. Bu aşırı örneği, birbirinden epey farklı olan iki ırkın eğitiminde de farklılıklar yarattığını anlatmak için verdim. Çünkü eğitim konumuz “müzik”, yani ritm, hareket, yani zamanı kullanmadaki sürat... Derslerim sırasında daha ilk ritim çalışmalarını verirken çocuğun ritim motoriğini test etmeğe çalışırdım. Fark ettiğim başka bir konu ise, yavaş öğrenen bir çocuğun “aptal” olmadığı, sadece ritminin yavaş olduğu idi. Hatta bu yavaşlık, çocuğa daha kapasiteli, detaylı ya da daha derinlemesine düşünme olanağı da verebiliyordu. Ritm ne kadar çabuklaşırsa düşünme genişliği o oranda küçülebiliyordu. Ta ki hiper aktif bir çocuğun önce hareket edip sonra düşünme becerisini kullanmasına kadar. Bu konuyu  eğitim bilimciler derinlemesine araştırmıştır muhakkak.

Suzuki öğrencileriyle-2

     Suzuki öğrencileriyle

     * * *

     Yeniden “bireysellik-toplumsallık” tartışmasına gelirsek: Son otuz yılda eğitim sistemlerinin tam tersine dönebildiğini gözlemledim. Oğlum doğduğunda çok sıkı “sistem” dersleri almıştım. Doğumdan hemen sonra elime yeşil bir defter tutuşturuldu ve içine hangi saatte ne yapacağım yazıldı. Mama saatleri, uyku ve temizlik saatleri... Gece tam 3’te uyandırıp, doyurup, temizleyip tekrar yatırmam gerekiyordu. Daha önce uyanırsa ne kadar ağlarsa ağlasın dokunmamalıydım, eğitim böyleydi, bebek ne zaman acıkacağını öğrenecekti... Ama iş böyle olmadı. Bebeğimin ilk gıkında başındaydım ve ben O’nun ritmine uydum anında. Çok eleştirildim, asıl kahramanlık çocuğu ağlamaya bırakmaktı bu sisteme göre. Aradan 20 yıl geçtiğinde okuduğum bir araştırma yazısında; ağladığında ilgi görmeyen bebeklerin büyüdüklerinde özgüvenlerinin sağlam olmadığının saptandığını yazıyordu. Anne sütü verme süreleri de hep değişir.

     Son senelerde bazı Avrupa dergilerinde okuduğum yeni bir “değişim talebi” ise direk “bireysel eğitim” sistemi ile ilgili.

     Batı kültüründe “demokrasi” toplumsal yaşamın nasıl temel direği olarak kabul edilmişse, bireyin de “bireysel özgürlükleri ve kişisel gelişimi” insanca yaşamın temeli olarak kabul edilir. “Birey olmak” keşfedildiğinden bu yana  kişinin kendi değerini bilmesi, birey olarak değer görerek eğitilmesi yine temel hakkıdır. Bu kadarını genelde biliyoruz. Ancak yenilik, bu eğitimin sonuçlarında iki aşırı uca varıldığı düşüncesinin sık sık duyulur hale gelmesi. Egoizm ve iletişimsizlik (ya da insanın insana yabancılaşması). Oysa elektronik teknolojisinin son sürat geliştiği, artık el telefonlarının elden düşmediği, internetin bütün imkanlarıyla odalarımızı (evleri değil, artık her odayı, hatta ceplerimizi) işgal ettiği bir dönemde “iletişimsizlik” üzerine düşünülmeğe başlandı.

     Hollanda’da çocuk ikibuçuk yaşına gelince haftanın birkaç gününde bir çeşit başlangıç okuluna başlayabiliyor. Bu hem çocuğun ilk sosyal adımı, hem de annenin elinin birkaç saat boşalması için güzel bir başlangıç oluyor. Salonda yaklaşık on-onbeş çocuk için bir ya da iki bakıcı (ya da eğitimci diyebiliriz) bulunuyor. Oğlumun bu ilk eğitimi sırasında dikkatimi çeken sistemi anlatmak isterim.

     Çocuk anne ya da baba tarafından sınıfa bırakıldığında ağlamaması için direk bir oyuncakla oyalanması sağlanıyor. (Bunun yabancı bir yönü yok, evde de ağlayan çocuğa ilgisini başka tarafa çekecek bir oyuncak veririz.) Salon alabildiğine materyallerle dolu. Bunlar ya klasik ya da eğitime yönelik oyuncaklar. Çocukların ilgisi yüzde doksan bu materyaller üzerine oluyor. Zaten ev yaşamında da “oyuncak” adına sayısız materyal içinde olduğundan, bütün bu renkli cicilerin, yani “materyalin” mutluluk olduğu imajı veriliyor çocuğa. İkibuçuk yaşındaki çocuk, görevinin bu materyallerle oyalanmak olduğunu çok iyi öğreniyor. Arada bakıcılar çocukları etrafına toplayıp şarkılar söyletiyor, ilişkiyi birbirleriyle değil de sadece eğitimciyle olan oyunlar öğretiyorlar. Salonda birbirleriyle ilişkileri, iletişimleri olmayan, sadece “oyuncak” oynayan (o arada paylaşılamayan bir oyuncak için ağlaşmalar, çekişmeler de oluyor) bir gurup çocuk görüyorsunuz. Bu okul öncesi eğitimde çocuk sadece materyalleri kullanma becerisini ve otoriteye (o an oradaki bakıcı ya da eğiticiye) uymayı öğreniyor. Belki de ilerideki sosyal eksikliklerin, iletişim zorluklarının temeli, bu salonda,bu sistemle atılıyor.

     Son sıralarda birkaç eğitim dergisinde arka arkaya okuduğum yazılar “eğitimde daha toplumcu yöntemler bulmalıyız” eleştirileriyle ilgili idi. Tavsiye edilenler, ailelerle birlikte bisiklet turları, (Hollanda!) piknik organizasyonları idi. İşte bu noktada düşündüğüm, Suzuki’nin gurup derslerinde çocukların birbirlerini dinlemeleri, birbirlerinden öğrenmeleri, en önemlisi ise toplumsal armoniyi tatmalarının ne kadar önemli olduğu oldu. Hiç bir gurup eğitimi çocuklara bu kadar derin ve temel bir sosyal karakter veremez. Dönüp dolaşılıp Suzuki’nin tezlerinde buluşuluyor ama ille de kibirli bir tavırla yadsıyıp, yanılıp “kendince” tekrar doğruyu keşfederek...

     2001 Mart ayında Türkiye’den Hollanda’nın Utrecht şehrine üç değerli erken eğitim uzmanı gelmişti. Oyunlarla ve müzikle eğitim ve öğretmek konusunu üç gün çok yoğun tartışıp Türkiye’deki yeni sistemleri öğrenmiştik. Çocukların birbirleriyle (dikkat, sadece eğitimciyle değil, birbirleriyle) oynayacakları ata oyunlarımız; köşe kapmaca, yağ satarım - bal satarım, körebe, ebecilik ve çeşitlemeleri ya da bu tarz yeni uygulanmış gurup olarak oynanan pek çok oyun sergilendi. Oyun materyallerini de imkan dahilinde çocuklarla birlikte derse katılabilen anne ve babaları, eğitimciler, çocuklarla beraber “kendileri” yapıyorlardı. Eğitimi materyallerle boğmak ya da çocukların toplumsal iletişimlerini desteklemek. Bu iki sistemin yetiştirdiği nesillerin birbirinden ayrı karakterler edinecekleri açık. Materyallere dayalı sistemden yetişecek neslin mutluluğu “satın almak” ve yöneticilerinin sözünden çıkmamak gibi algılamaları, herhalde liberal ekonominin egemen olduğu dünya için “ideal yurttaşlık” örneği olur. Ayrıca çocuklarımızın burnuna dayadığımız video, bilgisayar  “savaş” oyunlarının neticelerini günümüzde almaya başladık. Ama gelişen nesil, sorgulayan, araştıran, tartışan bir nesil olursa, yöneticilerin biraz dikkatli olmaları gerekecek demektir.

     8- Suzuki Metodunun Türk Kültürüne Yatkınlığı

     Geçen bölümde değindiğim gibi, “Suzuki sisteminin Hollandalı çocuklara olan yatkınlığı” tartışmaları sırasında ben de aynı konuları Türkiye çocuklarına olan uyumu açısından düşünürdüm.

     Memleketimizde Türk müziği konservatuvarlarının geçmişi fazla geriye gitmez. Bu okullar kurulmadan önce (ve de hatta şu an) çok büyük ölçüde Türk halk müziği pratikten öğrenilirdi. Yani, nota ve teoriyle uğraşmadan, bir ustayı dinleyip gözlemleyerek... Kaldı ki bu sistem bütün Asya için geçerlidir, hatta şiirler, destanlar dahi kulaktan kulağa dolaşır, kitaptan kitaba değil. Dolayısıyla Suzuki’nin çocuklara kemanı ilk başlatma yöntemi bizler için aslında hiç te yabancı bir sistem sayılmaz. Suzuki, çocuğun ana dilini öğrendikten sonra okumayı öğrenmesini en doğal yöntem olarak örnek almıştır. Kaldı ki teori pratikten doğduğuna göre çocuğun önce çalgısına bütünleşmesi, teori ve notayı pratikten öğrenmesi de en doğal yöntemdir. Yani Suzuki’nin kemanı öğretme sistemi, özünde, Türk çocukları için yabancı bir metod değildir.

     İkinci konu ise; ırk tipi: Hollandalı çocuğun iriliği ve yavaşlığı bizim gibi Akdeniz ülkeleri çocuklarında yoktu. Dolayısıyla motorik ve ritm konusu da kuzeyliler gibi problem değildi. Ancak oldukça karışık bir ırk yapısına sahip olduğumuz için ne Hollandalı ne de Japon halkı kadar saf kan sayılmayız. Dolayısıyla bir çocuğun eğitimi başladığında ilk ve en çok dikket etmemiz gereken ritm algısı, çabukluğu olmalı. Öğrenme çabukluğu, motorik yapısı hemen arkasından gelmeli. Kaldı ki çocuklarımızın motorikleri ve ritm çabuklukları ne kuzeyli ırk kadar yavaş, ne de uzak doğunun ritm yapısı gibi son sürattir. Öğrenme çabukluğu ve kapasitesi yüksek olmasına rağmen o çocuğun ritm özelliğini keşfedemezsek ilerleme konusunda sıkıntılar olabilir. Hemen yargıyı yapıştırırız; “müziğe kabiliyeti yok” diye. Suzuki’nin en kabul etmediği yargıdır bu. “Ana dilini konuşabilen her çocuk keman çalabilir”. Bu bizim çocuklarımız için de geçerli!

     9- Suzuki Çocukları Nota Okuyamaz Yargısı

     Ana dilini konuşan bir çocuk, bunu kitaptan okuyarak öğrenmemiştir. Ama vakti geldiğinde konuştuklarını yazmayı ve okumayı çok güzel öğrenir. Kaldı ki bir çalgıyı kulaktan öğrenmeyi ata geleneği olarak zaten biliriz. Çocuğun öğreneceği çalgıya konsantre olması ve (özellike kemanda) bazı tutuş tekniklerini sağlam oturtabilmesi, ilk dönemlerinde (bu üç ile altı ay arasında değişebilir) burnunun dibine bir kitap dayamayı gerektirmez. Tersine, eğer tutuş teknikleri oturmamışsa ilgisi kitaba bölüneceği için tekniği oturtmak hem güçlenecek hem de gecikecektir. İlerlediği dönemlerde dahi ezber çalmak çalgısına dikkati, müzikalitesini ve gerileyebilen teknik noktaları tekrar düzeltmesini sağlayabilir. Ama son senelerde piyasada olan pek çok nota okuma kitapları, öncelikle gurup derslerinde çalıştırmak üzere kullanılmaktadır. Notayı ve teori derslerini her öğretmen kendi yöntemi ile yürütür. Nota, teori ve müzik hikayeleri (bestecilerin hayatları gibi) gurup derslerinde, öğretmenin buluşları ve kendi sistemine bağlı olarak öğretilir.

http://www.muziklopedi.org/files/upload/1443902789.jpg

     Ayakta, soldan ikinci Susan Johnson, üçüncü Leyla Cantürk. 1999, Bovendonk (Hollanda)

     * * *

     10- Dünya Genelinde Suzuki Eğitimi

     Genel keman ağitiminde nasıl ki her öğretmenin kendi yöntemi ve verebilme yeteneği varsa, bu olay Suzuki öğretmenleri arasında da böyledir. Hatta bu farklılık sadece öğretmenler arasında değil ülkeler arasında da görülür. Köklü bir keman eğitimi geleneği olan Belçika’da Suzuki eğitimi de oldukça üst düzeydedir. (Turnhout’ta kurulmuş olan Suzuki Enstitüsü’nde solfej, armoni ve bazı teori dersleri de verilmektedir ve seviyesi oldukça yüksektir.) Ama Hollanda, Fransa gibi bazı ülkelerde neticeler daha az iyi olmakla birlikte Almanya, İtalya ve İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerinde ciddi bir eğitim sistemidir. Ayrıca bütün ülkeler Suzuki müziklerinin yanında kendi ülkelerinin folklorik parçalarını da katarak renkli ve zengin bir repertuvar oluştururlar. İrlandalıların ve İtalyanların oldukça geniş bir “kendi dağarcıkları” vardır. Folklör açısından son derece zengin olan ülkemizde böyle bir dağarcığın kısa zamanda oluşacağını sanıyorum.

     Suzuki sisteminin çok önemli bir özelliği ise çok iyi organize olabilmesidir. Bütün dünyada enstitüleşmiş, dernekleşmiştir. Bu organizasyonlar ağı sayesinde çok iyi bir iletişim ve eğitim alışverişi söz konusudur. On yıldan bu yana metodlarda yenileşme çalışmaları yapılmaktadır. İlk dört kitap yenilenerek tekrar basılmıştır. Diğerlerinin taranması ve basımı da çalışma aşamasındadır. Dünyadaki bütün keman eğitimleri sürekli incelenip sisteme faydalı olacak değişiklikler eklenmektedir. Sürekli organize edilen uluslararası kurslar sayesinde bu ülkeler arasındaki seviye farklılıklarının giderilmesi imkanı da sağlanıyor.

     11- Amatör Ruh

     Çok önemli bir konu ise; Suzuki, bu metodunu geliştirirken hedefi, çocukları müzikle mutlu etmekti. Yani “Rus ekolü” gibi keman dehaları yetiştirmek değil. Amatör sevgiyi geliştirmek ve müzik ile mutlu, uyumlu, hassas insanlar olarak yetiştirmek derslerinin en önemli amacıdır. Ancak sistemin erken başlaması, aynı zamanda, çocuklardaki geliştirilmesi gereken yönlerin de vaktinde keşfedilmesine yaramaktadır. Her Suzuki gurubunda, yetenekleri ileri olan çocuklar derhal göze çarpar. Ancak bu yeteneklerin ilerlemesi “çalışmayı öğrenmekle” mümkün olur. İşte şimdi keman eğitiminin en önemli noktasına geldik.

     12- Ev Çalışmaları

     Keman, sadece ve sadece çalışarak öğrenilir. Bu, her çalgı için böyle ise de, keman ve bütün yaylı çalgılar için en baş gerekliliktir. Sadece erken eğitim için değil, hangi yaşta olursa olsun, ilk şart, evde bu işe vakit ve çaba vermektir. Ev çalışmasını erken öğrenen bir çocuk ise, bu sistemi, (evde çalışma ve öğrendiklerini pekiştirme) diğer derslerinde de kullanacağı için bütün eğitiminde çok iyi bir gelişme gösterir.

     4-5 yaşındaki bir Suzuki talebesinin en çok sevdiği şey gurup derslerindeki oyunlardır. Yaş, oyun yaşıdır. İster evde olsun, ister derslerinde, kemanla oyun oynadığı hissinin verilmesi önemlidir. Avrupa dillerinde bir çalgıyı “çalmak” ile “oyun oynamak” çoğunlukla aynı kelime olduğu için bu, annenin işini biraz kolaylaştırır. “Haydi, biraz keman çal” demez ama, “Haydi biraz da kemanınla oyna” der. Her öğretmenin evdeki çalışmayı çekici yapacak çözümleri vardır. Bunlar oyunlar, arkadaşlarına konser vermek ya da oyuncaklarına, aile büyüklerine, kendisini destekleyen akrabalarına dinletmek, ödüllendirilmek (para ya da materyali tercih etmiyorum) olabilir.

     İyi bir çalışmadan sonra sevdiği yemeği yapmak, anneler günü hediyesi olarak çalacağı güzel bir parçayı çok beğenmeniz, Noel Baba’nın hediyesini çalışkanlığına göre vermesi, boyama kağıtları, yapıştırmalar, en güzeli de sevgi öpücükleri ödülleri olabilir.

     13- Sistemli Olmayla ve Sistemle İlgili

     İlk derslerde “Her akşam dişlerini fırçalıyor musun?” diye sorarım. Bunun “çalışmayı sistemleştirmesiyle” direkt ilgisi vardır. Anneye (ya da eşlikçiye) günlük çalışmanın bu kadar muntazam olması gerektiğini anlatırım. Belki ilk bebekliğinde geceleyin saat kaçta acıkacağını öğretmekte zorlanabiliriz ama “öğrenmeyi öğrenmek” yaşları olan bu erken dönemde artık zaman dilimlerini, ne zaman acıktığını, ne zaman oyun için dışarıya çıkacağını, uyuyacağını öğrenmiştir. Yapılacak şey, bu öğrendiklerine bir de “kemanla oynama saati”nin eklenmesidir. Bu iş için en uygun olan sabit bir zaman parçasının günlük programa eklenmesidir. Başlangıçta 15 dakikacık dahi olsa aynı saatte kemanıyla uğraşması, her çaldığında “Aa, biraz daha güzelleşti” destekleriyle cesaretlendirilmesi, isteklendirilmesi, çalışmanın devamlı olabilmesi için gereklidir. Türkçede “dişini sıkmak” diye bir deyim vardır. Sistemli olmayı öğrenmenin başlangıcı bu “dişini sıkmakla” direk ilgilidir. Sistemli olabilmek için “maymun iştahlılık”tan uzak durmak, yani, karar verilen bir işin üzerine ısrarla gitmek gerekir. Önceleri zorlanma olsa bile zamanla “sistemli olmak” bir alışkanlık haline gelecektir. Ve bu “sistemli olmayı” ömür boyu kullanarak “başarıyı” yakalamış olacaktır çocuğunuz. Daha önce bahsettiğim gibi olumlu yaklaşmak sadece eğitmenin görevi değildir. Özellikle, ilk dönem çıkan seslerin beğenilmemesi, “Başım ağrıdı, git başka yerde çal”, “Ne bu kapı gıcırtısı gibi” sözler zaten işi o anda ve orada bitirir.

     Ancak; her ne kadar bu Japon sisteminin bize ters ya da yabancı olmadığını düşünsem de, bu “evde sistemli çalışma” konusunda beceriksiz kalıyoruz. Hollanda’daki derslerim sırasında Türk talebelerime “çalışma sistemi” verme konusunda çok zorlandım. Eğer aile içinde vakti sistemli kullanma alışkanlığı yoksa, yani bu alışkanlık çevrede yoksa, çocuk ne kadar yetenekli, hevesli olursa olsun bu ışıltı sönüyor. Diyelim ki çocuğun çalışma saati sürekli başka bir iş için (misafir gelmesi, misafirliğe, çarşıya gitme) kullanılır, özen gösterilmezse, çalışma rasgele bir vakte bırakılırsa bu iş yürümüyor. Çocuğun ilerleyememesi hevesini de kırar. Her ne kadar suç hocaya yüklenirse de, evde “sistemli çalışma” olmadığında öğretmenin yapabileceği hiçbir şey yoktur.  Tersine, sistemli bir çalışma, öğrenme zorluğu olan bir çocuğu dahi belli seviyelere getirebilir. Tekrar ediyorum, yılmamak çok önemlidir. Suzuki, “Sevgiyle Eğitmek” adlı kitabında, “yılmak ve yılmamak” konusunu detaylı inceliyor ve pek çok örnek veriyor. İlerleyemeyen bir çocukta hevesin söneceğini daha önce yazmıştım. Oysa keman eğitimi çok uzun soluklu bir eğitimdir. Gelişme yavaş farkedilir. Ancak çocuğun aldığı her ödevi yaparak gelmesi O’nu yeni bir adıma iter. Bu “yeni adım”, öğrenme hevesini tetikleyen en önemli güçtür. Yeni dersini çalışarak öğrenmek, eskiyi tekrarlayarak pekiştirmek ilerlemenin iki şartıdır. Gurup derslerinde öğrenilmiş parçaların oyunlarla ya da oyunsuz tekrarı, öğrendiklerinin (özellikle teknik açıdan) pekiştirilmesini sağlar. Sadece çalınan parçanın değil, alınan tekniğin, el, kol ve bütün vücudun kemana uyumunu ve alışmasını getirir. Suzuki, bazı ebeveynlerin gurup dersini gereksiz bulduklarından, zaman ve para kaybı olarak gördüklerinden yakınır. Oysa gurup dersleri Suzuki derslerinin en önemli bölümüdür.

     Çalışma sistemine gelince; bu konuyla ilgili her hocanın kendi yöntemi vardır. Genç hocaların cesur buluşları, tecrübeli hocaların değerli tecrübeleri çeşitli kurslarda, toplantılarda tartışılıp paylaşılır. Bu yöntemle Suzuki eğitmenleri sürekli gelişim içindedir. Yanlız değillerdir, dernekleşme ve enstitüleşme aracılığla sürekli gelişimlerini sağlayan eğitim programlarından yararlanırlar. Ama yine de Suzuki’nin metodundaki ana teknikle ilerleme metodu uygulanır. İlk sayfalardan başlayarak en ileri tekniklere kadar sistemini, teknik parçalarla, diziler, arpejler, akorlarla değil, güzel, çekici ve çoğu da dünya genelinde bilinen çocuk şarkılarıyla verir. Her parçanın bir teknik özelliği vardır ve eğitimci, Suzuki eğitmeni olmak için aldığı kurslarda bu teknik noktaları nasıl vereceğini detaylı olarak öğrenmiştir. Piyasadaki  Suzuki metodlarını alıp Suzuki’nin uygulamalarını çocuğun dağarcığına sokmak “Suzuki dersi” yerine geçmez ne yazık ki. Bu parçaları çaldıran sertifikasız öğretmenlerin Suzuki dersi verdikleri gibi bir imaj bırakmamaları gerekir, çünkü kitaplardaki her parçanın öğrettiği teknik noktaların veriliş yöntemi çok önemlidir ve bu sadece Suzuki öğretmenlerinin aldığı geniş eğitimde yatar. Suzuki kitaplarında yapılan en son yeniliklerde, her ne kadar çalışılması gereken teknik noktaların  her parçaya eklenmiş olmasına rağmen, dersin veriliş yöntemleri, oyunları Suzuki eğitmenlerinin bilgisindedir.

     14- Haiku ve Manilerimiz

     Müzikte ezber ve hafıza gücü çok önemlidir. Suzuki derslerinde parçaların ezbere çalınması, bu alışkanlığın gelişip yerleşmesi bu amaçladır. Suzuki talebelerinin “nota okumayı bilmediği” kanısı, parçaları ezbere çalmalarından kaynaklanıyor sanırım. Belki ilk kitabın parçaları henüz yazıyı okumanın öğrenilmediği yaşa raslamasından dolayı bu kanı oluşuyor. Ancak nota öğreniminden sonra da, öğrenilen parçalar, öğrenmenin devamında her zaman ezberlenir.

     Hafızayı ve ezber yetisini güçlendirmek için Suzuki, şiir okumayı ve ezberlemeyi önerir. Japonların haiku yazma ve söyleme geleneğini (ki, ben bunu bizim manilerimize benzetiyorum) Suzuki çok yönlü kullanır. Akşam sohbetlerinde haiku yarışmaları yaparlar. (O yıllarda bu genel bir gelenek) Bu haikular güzel yazı sanatı (kaligrafi) için kullanılır. Kaligrafi ile konsantrasyon temrini yapmış olur. Genelde Zen budizmi, sanatın gelişmesi için ayrıca güzel bir felsefi temel oluşturur. Müzik, şiir ve resim (ya da kaligrafi) çocuğun karakterinin şekillenmesinde olağanüstü olumlu bir rol oynar.

     Suzuki’nin “Sevgiyle Eğitmek” adlı kitabını Hollandacasından çevirirken Suzuki’nin kendi haikularının üzerinde özenle çalışmıştım. Japoncadan İngilizceye, İngilizceden Hollandacaya, Hollandaca’dan da Türkçeye bir aktarım oluyordu, dolayısiyle orijinali ile Türkçesi arasında nasıl bir mesafe oluştu bilemiyorum. Ancak kitap benim yaptığım tercüme ile aynı zamanda yapılmış başka bir İngilizce tercümeyi karşılaştırarak yaptığım düzeltmelerle baskıya girerken editör, haikuların yer almasını gereksiz buldu ve diğer bütün çevirilerde bu haikular yer alırken Türkçe baskısında yer almadı. Bunun bir eksiklik olduğunu düşündüğüm için o çok naif ve zarif haikuları buraya almak istiyorum. Önce yabancısı olanlar için açıklıyayım, haiku, bir şiirden çok, üçlü bir kıtadan ve on yedi heceden oluşan, sadece bir anın içinde olan bir durumu anlatan minik şiirciklerdir. Ve de çocuklar için yazı sanatının başlangıcı olarak çok güzel bir zihin ve duygu temrinidir. (Ancak haiku tercümelerinin on yedi heceye uyması pek çok dilde çok zorlayıcıdır.)

1- Yıldız çiçeği, kocaman ve taze
     Benimle yüzyüze
     Benden daha mı büyük ne?

2- Yağmur yağıyor tıpır tıpır
     Ama bana yasak
     Sularda oynamak şıpır şıpır

3- Nergizler ne çabuk büyüyor
     Hergün daha uzayarak
     Bahar sonunda coştu

4- Pencerenin pervazında banyonun
     Keyifle süzülüyor bir salyangoz
     Yeni bahçeden girmiş

5- Bisikletin üzerinde
     Al ve çalımlı giysisiyle
     Yumuşak kiraz rengi

6- Her sabah uyandığında
     Piposunu yakıyor hemen
     Yaşlı tonton dede

7- Yavru kırlangıç bak
     Sevgili goncanın üzerinde
     Çıldırtan bakışlarıyla

8- Karlar eriyor
     Üveyik kuşlarının
     Öttüğü dallarda

9- Dinle goncayı
     Bir anda açılan
     Öyle hayat dolu

10- Bak kediciğe
      Tutmaya çalışıyor
      Güz yapraklarını

11- Ah eski köyüm
      Pirinç kokar
      Bahar karları altında

     15- Sabırsızlık

     Ne kadar önemli bir konu!

     Bilgisayar dünyasına daldığımızdan bu yana her işin temposu birkaç kat hızlandı. Artık ayakkabı  yerine zamanı ikiye katlayan özel arabalarımızı kullanıyoruz. Elektronik aletlerin gelişmesiyle, yani, “düğme basma kültürü” egemen olduğundan bu yana, herhangi uzun bir cümlenin sonunu dahi dinlemeye sabrımız yok artık. Daha doğrusu, bu hız sorunu 1980’lerden sonra doğanlar için daha geçerli sayılır. 1970’lerde doğanlar, bu tempoya ayak uydurabilen ama daha erken doğumlular ise zorlanan, bu temponun mümkün oldukça dışında kalmayı ve genele dışarıdan bakmayı tercih eden nesiller durumunda. Sevgili Suzuki’nin döneminde, bir eğitimcinin önündeki minik öğrencisinin zaman hızına ayak uydurması gibi bir sorunu yoktu sanırım. Bu “zamanın akışını yönetme” konusu, nesil farkı olayında bütün çelişkisiyle ortaya çıkıyor. Eskiden şehirle köyün yaşamlarında büyük bir “zaman” farkı vardı. “Şehir temposu” der geçerdik. Zamanımızda bu yerel hız farkı ortadan kalktı.

     Ama ben yine de Suzuki’nin zamanımız için de geçerli olabilecek “sabırsızlık” konusundaki öğütlerine biraz yer vermek istiyorum:

     İyi öğrenmenin ilk şartı nasıl ki “sistemli çalışmak”tan geçiyorsa (ki bu alışkanlık çocuğa ömür boyu yardımcı olacaktır) ikinci şartı ise bir işi yarım bırakmamak, başladığın bir işi bütün zorluklarına rağmen sürdürebilmektir. Bir işi bitirmeden vaz geçtiğinde, o ana kadarki bütün uğraşını çöpkutusuna atmış oluyorsun. En değerli olan şeyi, “zamanı” çöpe atmak, aynı zamanda kendini de değersizleştirmek oluyor. Yaptığımız iş (ki keman öğrenmek en iyi örneğidir) bir yerde tıkanır ve zorlanırsa, o işi bırakmak yerine yöntemini, yolunu değiştirmeye gidebiliriz. Zorluğu iyi analiz etmek, düğüm noktasını, sebeplerini çözmek gerek. Pek çok talebem orta eğitim döneminde, okul derslerinin kemana vakit bırakmadığı gerekçesiyle derslerini durdurmuşlardı. Bu zordan kaçmaktı, yaptığı işi, yani keman dersini önemsemediği için bu dersi kurban olarak seçebiliyordu. Burada para kazanma mentalitesi ile Suzuki’nin amaçlarını anlamaması da rol oynuyor elbet. Kim ki sıkı tutup kazandıklarını kaybetmek istemedi, vakit bulmanın yollarını buldu. Sabah yarım saat erken kalkmaya alıştı, kahvaltı öncesi ayırdığı sistemli yarım saatçik, o çocuğun üniversite orkestrasında mutlu bir kemancı olmasına yol açtı. Eğer kemanı durdursaydı böyle bir meziyeti ve mutluluğu olmayacaktı. Kaldı ki, günün herhangi bir parçasında da seçilebilir bu yarım saatçik. Derslerinden bunaldığı bir anda kemanla geçirilen bu “yarım saatçik” iyi bir rahatlama ve tazelenmeye yol açabiliyor. Önemli olan “sürdürebilmek”tir.

     Suzuki kitabında bu konuyla ilgili kendisinin karşılaştığı zor bir dönemi anlatır. Berlin’de keman dersi almaya başlamıştır, aynı zamanda bu kültür şehrinin konserlerini de kaçırmadan izlemektedir. Zamanın bütün değerli şeflerinin, solistlerinin konserlerine, üstelik bazen de o sıra ev sahibi olan Albert Einstein’la birlikte gider. Ama keman derslerinde mutlu değildir. Aldığı ders yöntemiyle ilerlemeyi bir türlü başaramamaktadır, üstelik bu olağanüstü solistleri dinledikçe de morali bozulmaktadır. Hiçbir zaman istediği seviyeye gelemiyeceğini düşünerek dersleri durdurmayı, boşuna çabalamamayı düşünür. Bu zorluğu, öğretmen değiştirerek aşar. Hemen hemen her gencin böyle umutsuzluğa düştüğü anlar olabileceğini, ama yılmamak gerektiğini ısrarla vurgular. Üstelik, bu “yılgınlık sonucu yapılan işi yarım bırakmak” alışkanlık haline de gelebilir. İşte bu, alışkanlığa dönüşme olayı, işin en kötü yanıdır. Yarım bırakmayı değil, sistemli çalışmayı öğrenmek zorundayız! Demek ki sabırsızlığı yenmenin en önemli kuralı; bir zorlukta yılmamak ve o işi yarım bırakmamaktan geçiyor. Suzuki’nin önemli sözlerinden biri: “Yetenek tohumları çalışarak ekilir, sabırla çiçek açar.”

     Zamanımıza dönersek; yeni nesiller, sahip oldukları teknik gelişim kolaylıkları sayesinde, istedikleri olanaklara geçmişe göre çok daha rahat bir şekilde ulaşabiliyorlar. Son yirmi yıldır fabrika yapımı çalgıların yaygınlaşması, kişilerin herhangi bir çalgıya (mesela kemana) ulaşabilmesini çok kolaylaştırmıştır. Otuz yıl önce (hatta yirmiye de indirebiliriz) keman öğrenmek isteyen birinin oldukça yüksek bir ücretle el yapımı bir keman alması gerekiyordu. Halen ciddi bir eğitim için fabrika yapımı çalgı kabul görmez ama müzik okulları başlangıç için bir fabrika yapımına olur verebiliyor. Elektronik piyanolar, bateri takımları, çevreye “gürültü” yaymadan çalışma olanağı verebiliyor. Hem müzik aleti satan dükkanların yaygınlaşması, hem de internet pazarı, kişilerin her istediklerine çok ucuz fiyatlarla erişebilmelerini sağlıyor. Bu geniş imkanların olumlu olduğu kadar olumsuz yönleri de var. Pazarın “beni al- beni al” diye bağıran “albenisine” kapılınca, istek, “yapmak”tan, “sahip olmaya” dönüşüyor. Ulaşmak bu kadar kolaylaşınca, çocuğumuz, “onu isterim” dediğinde “o”nu, “bunu isterim” dediğinde “bu”nu alabiliyoruz. Böylece, herşeyi biraz tatmış ama tattıklarının derinine inememiş, o marifeti kazanamamış nesiller yetiştiriyoruz. Yani, vaktini çöpe atmış, nitelik kazanamamış, üstelik çok şey bildiğini düşünen nesiller...

     Müzik okulları bu problemi gördüğünde, 7-8 yaşları için “çalgı tanıma” sınıfları açtılar. Çocuklar, bir yıl boyunca, çeşitli çalgıları sırayla birkaç hafta deneyerek, en beğendiği ve yatkınlığı olan çalgıyı seçme olanağı buldu. Bu yolla daha bilinçli bir başlangıç yapılabildi. Ama devamını getirmek, yine Suzuki’nin “yılmamak” öğüdüne bağlı tamamen. Kaldı ki, aslında herhangi bir çalgıya biraz sabır, dikkat ve itina ile yoğunlaşıldığında, (konsantre olunduğunda) ortaya çıkan güzellik, insanı, giderek daha çok içine çekebilir. Bu güzel bir döngüdür. Hem yılmamayı öğrenmek, hem de öğrendiğinle zenginleştiğini görmek, devam  hevesini alabildiğine perçinler. İşte “harika çocuk” çalışkanlığı böyle oluşur, tepedeki bir değnekle değil! Bütün mesele bu tadı tattırabilmekte. (Bu noktada tekrar “çevrede olma”yı hatırlayalım.)

     Suzuki’nin ders verdiği dönemde maymun iştahlılığın imkanı yoktu. Erken eğitimle tattırılan “kendi yaptığın güzellik”, (yani hop diye parayla sahip olunan değil) Suzuki okulunun, keman eğitiminde, tüm yeryüzüne yayılarak, olağanüstü bir pozitif dalgaya sebep oldu. Ne yazık ki Türkiye bu tadı almakta henüz çok başlarda ve zayıf. Büyük şehirlerimizde başlayan Suzuki dersleri, başlangıçtaki tecrübesizliğine rağmen iyi bir atılım içinde. Bu okulun, geçmişteki “Köy Enstitüleri” misali, Anadolu’nun en ücra köşelerine ulaşabilmesini dilerim. Şu an en büyük korkum, bu sistemin, büyük şehirlerin varlıklı kesimlerinde kapalı kalması. Gelişmeyi zaman gösterecek. Bu konudaki görev, yeni yetişen Suzuki eğitmenlerinin çabasında bitiyor. Bu genç eğitmenler gurubuna sonsuz başarılar diliyorum.

     Son Söz

     Eğitim konusu elbet çok derin ve çok yönlü. Şiniçi Suzuki’yi bir parça tanıtma amaçlı olan bu yazıyı yine O’nun düşünceleriyle noktalamak istiyorum. Her ne kadar günümüz dünyasında bu düşüncelerin çok “naif” kaldığı düşünülse de...

     Suzuki’nin öğrencilerinin yüzde beşi müzikte kariyer yapmalarına rağmen, 65 yaşındaki Profesör “Washington Üniversitesi”nde verilen bir konser sonrası bir gazeteciye şöyle der:

     “Sadece iyi vatandaşlar yetiştirmek istiyorum. Eğer bir çocuk, doğduğu günden itibaren iyi müzik dinler ve kendisi de bu müziği çalmayı öğrenirse, duyarlılık, disiplin ve sabır geliştirecek, güzel bir kalbe sahip olacaktır. Eğer ülkeler, iyi çocuklar yetiştirmek için birlikte çalışırlarsa belki de savaşlar hiç çıkmayacak.”

     Bütün Suzuki eğitmenlerinin dileğidir...

     Shinichi Suzuki Hakkında

     Shinichi Suzuki 1898-1998 yılları arasında yaşamış dünyaca ünlü bir eğitim bilimcidir. İlgi alanı, çocuğun doğumundan başlayarak 6 yaşına kadar olan dönemidir. Suzuki aynı zamanda önemli bir keman eğitimcisidir. Ana tezi: “Yetenek doğuştan değildir, çevresinden aldıklarıyla ve çalışarak oluşur.”

     Bu tezi 1930’lu yıllarda geliştirerek “İkinci Dünya Savaşı” sonrası “Yetenek Geliştirme” okulunu kurdu. Suzuki’nin tezine göre, bir çocuğun sıfır ile altı yaş arasındaki çevresi O’nun temel kişiliğini belirleyen etkendir. Bu yaş dönemi için anne babaya ve seçtikleri eğitmenlere büyük sorumluluk düşmektedir. Tezini örneklerle anlatan kitabı, İngilizcesi “Nurtured by Love” başlığı altında ve diğer pek çok dillere de çevrilerek dünya literatürüne kazandırılmıştır. Bu kitap Amerika ve dünyanın başlıca üniversitelerinin pedagoji derslerinde konu olmaktadır.

     Suzuki’nin keman öğretmenliğine gelince; en erken yaşta (3 yaşına kadar iner) kemanı öğretmek üzere yazdığı metod ve kurduğu “Yetenek Geliştirme Okulları”, bütün Amerika’da, Avrupa’nın genelinde, Avustralya’da, Afrika’da ve Asya’nın pek çok memleketlerinde kurumlaşmıştır. Amacı “üstün yetenekli kemancılar yetiştirmek” olmayıp, keman ve müzik aracılığıyla “yetenekli, çevresine uyumlu, hassas, elit ve mutlu” bireyler yetiştirmektir. Bu temel amacın yanında, keman eğitim sisteminin olağanüstü başarısı sebebiyle, genelde kitlesel bir müzik eğitimi ve konservatuvarlar için geniş bir kaynak olarak ta kullanılmaktadır. Pek çok memlekette enstitüleşmiş, bu kurumlar aralarında yaptıkları sürekli çalışmalarla keman metotlarını geliştirirken, bu sistemi diğer çalgılara da (çello, flüt, piyano, gitar, mandolin gibi) uygulamışlardır. Son derece geniş bir dünya ağı içinde devamlı uluslararası workshoplar, kurslar ve öğretmenlik kursları düzenlerler.

     Bu kadar yaygın olabilmesinin sebeplerinden en önemlisi, öğretiyi en doğal öğrenme şekliyle vermesidir. Çıkış noktası, bir çocuğun ana dilini nasıl öğrendiğidir. Belli bir tekrarın getirdiği birikimin sonunda, neticenin doğal olarak oluşmasıdır. Bu sebeple eğitim metodunun bir diğer adı da “Anadili Metodu”dur. Müzik derslerinin yetkin ve sertifikalı Suzuki öğretmenleri tarafından verilmesi eğitimin doğru verilmesi açısından önemlidir. Basılı keman metodları keman eğitiminde dağarcık geliştirmek için de kullanılmaktadır. Ancak bu, Suzuki dersi değildir. Öğretmenlik sertifikası, kurslar yeterli düzeye geldiğinde, uluslararası bir kurulun yaptığı sınav sonucu eğitmene verilmektedir.

     Dersler Nasıl Verilir, Nasıl Gelişir

     En genel ders programı, başlangıçta çocuğa eşlik edecek kişi, (bu genellikle anne olmakla birlikte baba ya da bir yıl sürekli eşlik edebilecek herhangi bir eşlikçi) üç-dört dersle kemanı eline alır ve bu yetişkin derslerinde Suzuki’nin felsefesi de tanınır. Yetişkin dersleri sırasında çocuk kemanla tanışır. “Çevrede olmayan verilemez” savının gereği, keman çocuğun çevresine girmiş olur. Çocuğa verilecek kendi ölçüsündeki küçük kemanla çocuğun hevesi canlandırılır. Çocuk hazır olduğunda dersleri başlar. Keman bir oyuncaktır, dersler oyun. İlk yıl, haftada yarım saat özel, bir saat gurup dersi ideal formdur. Yarım saatlik ders çocuğun konsantrasyonuna göre kısa (bazen sadece beş dakika) ya da uzun olabilir. Gurup dersleri özellikle çalınan parçalar çoğaldıkça, birbirlerini dinlemek, oyunlarla birbirlerine uyum sağlamak, yani sosyalleşmek açısından son derece yararlıdır. Ders dışında eşlikçisi tarafından ev disiplininin sağlanması, derste öğrendiğinin gelecek derse kadar pekiştirmesi çok önemlidir. Böylece her ders yeni bir aşama yapabileceği için aşırı tekrara düşmez ve öğrenmenin çekiciliği azalmaz. Yavaş ta olsa devamlı gelişme hevesi destekler.

     Başlangıçta teori (nota ve bunun gibi) verilmez. Ders kitabının ek CD’si yoğun olarak dinletilir. Ancak zorlayarak değil, çoğu zaman fark ettirmeden dinletilir. Aslında Anadolu’muzun saz öğrenme geleneğini düşünürsek bu sistemin bizlere hiç te yabancı olmadığını görürüz. Suzuki, 1930 larda “yetenek geliştirme” kuramını çalışırken, Japonya’daki ezbere dayanan eğitim sistemini şiddetle eleştirmişti. Ezbere dayanan ilk eğitim sisteminin bizde de uzun zamandır eleştirilmesi, erken eğitime verilen önemin artması, konservatuvarlara kaynak olanaklarının tıkanması, en önemlisi de kültürel ihtiyacın son haddine varması Suzuki derslerinin Türkiye’de kurumlaştırılarak yaygınlaşması gerektiğini göstermektedir.

     Leyla Cantürk Kimdir?

     1950 Ankara doğumlu,
     1969’da "Ankara Devlet Konservatuvarı"
nın, Marcel Debot keman sınıfından mezun,
     Beş yıl "Ankara Devlet Tiyatrosu Müzikaller Orkestrası"nda,
     İki yıl "İzmir Devlet Senfoni Orkestrası"nda,
     Dört yıl "Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası"nda görev yaptıktan sonra evlilik sebebiyle 1983’te Hollanda’ya yerleşmiştir.
     1977’de "Salzburg Mozarteum Summer Academy"de iki dönem yaz kursları,
     1980’de "Weikersheim Oda Müziği Kursu"
     1982’de "Orlando Festivali"nde (Hollanda) oda müziği kursu ve konseri yapmıştır.
     1983 yılı sonrası yerleştiği Hollanda’da 1983-1990 arası oda müziği ve orkestra çalışmaları yaptı.
     1990-2010 yılları arasında “Den Haag (La Haye) Müzik Okulu - Koorenhuis"de (kuruluşu 1826) keman dersleri verdi.
     1998’de aldığı Suzuki keman eğitmenliği sertifikası ile gerek ev, gerekse de okul derslerinde bu sistemi kullandı. Öğretmenliği sırasınca sayısız kurs ve workshoplara eğitmen olarak katıldı.
     Suzuki’nin “Nurtured by Love” adlı kitabını Hollandaca’dan Türkçe’ye tercüme etti.
     Suzuki’nin birinci keman metodunun başlangıç melodilerine Türkçe şarkı sözleri yazarak çocukların bu melodileri şarkı olarak ta öğrenme kolaylığını sağladı. Teori ve nota öğrenmeyi mümkün olduğu kadar erken başlatıp, bunu kendi özel sistemiyle geliştirdi.

     Gurup dersindeki oyunlar, öğretmenlerin kendi buluşlarıyla geliştirilip çeşitli workshop ya da toplantılarda karşılıklı paylaşarak zenginleştirilir. Her memleket kendi folklör karakterlerini de kendi sistemleri içinde kullanabilir. Leyla Cantürk te bu çerçeve içinde iki ya da daha çok sesli halk türkülerini, çocukların seviyesine göre dağarcığa katmıştır.

     Bu sistemin kurumlar tarafından gereken ilgiyi görmesi dileğiyle...

     Leyla Cantürk




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5775318
Online Ziyaretçi Sayısı:60
Bugünlük Ziyaret :680

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.