02.01.2018 / Tayfun Taşlıoğlu - Godard’a Rağmen Godard İçin

Godard'a Rağmen Godard İçin


     “Le Redoutable” ya da Türkçe çevirisi ile “Godard ve Ben” 15 Aralık’ta gösterime girdi. Öncesinde daha seçkin sinemasever bir kitleye ulaşmış olsa da film esas olarak salon gösterimlerinden itibaren ses getirmeye başladı. O seslerden biri de biz olmak istedik. Sinema söz konusuysa eğer, okurun bir amatörün anlatımı yerine profesyonelleşmiş, “sektör” içi gerçek bir eleştirmenin fikirlerini tercih edeceği açık olsa da konu “Godard” olunca film hakkında yazacak kişinin bir eleştirmen yerine bir öğrenci, bir işçi, köylü ya da “burjuva olduğunun farkında olan bir burjuva” olması en başta “Godard”ın tercihi olurdu sanırız. Gerçi “Godard”ın tercihi “kağıdı aradan çıkararak” bu yararsız ve anlamsız sinema yazılarını hiç yazmamaktır ama bu kez onu dinlemeyelim. (1)

 

     Godard’a Rağmen Godard İçin

 

     Öncelikle denebilir ki “Le Redoutable”ın kendisi başlı başına “eleştirmen” bir film olmuş. Yönetmen “Godard”ı oldukça iyi anlamış: “Godardca” ile “Godard”ı ve sadece onu da değil kadın-erkek, sanatçı-kitle, entelektüel-düzen, gerçeklik-gerçekçilik diyalektiğini tartıştırıyor. Bize bütün bunları gösterirken film aslında bir sinema teorisi dersinde “Brechtyen Sinema”, “Yeni Dalga Akımı”, “Godard” başlıklarına örnek bir çalışmayı izliyormuş hissi veriyor. Elbette filmin Godard’ın eski eşi Anne Wiazemsky’nin anılarından oluşan kitabının uyarlaması olması, taraflı olabilecek bir anlatıyı da beraberinde getiriyor. Biraz bu yönü nedeniyle film, “Godard’a rağmen Godard için” diyebiliriz. Film Godard’ın diliyle Godard üzerine mi sadece yoksa yönetmenin Godard’ın diliyle ve Godard üzerinden kendi dünyası mı? Belki de filmin ilk başarısı kesin yargılara vardırmamak bizi.

 

     Film, Godard’ın “Maoculuğa” yönelimi ile başlayan macerasının başlangıç filmlerinden “Çinli Kız”ın çekildiği dönemi anlatıyor. O sıralar henüz çok genç olan filmin başrol oyuncusu Anne Wiazemsky ile Godard’ın film sonrası evliliği ile başlıyor film. Filmde Godard’ın sinemanın yerleşik düzenine artık açıktan ve radikal bir tutum aldığı ve bu tutumunu “Cannes Festivali”ni iptal ettirmeye kadar vardırdığı dönem, geçirdiği değişim ve gitgide yalnızlaşmasını izliyoruz. Godard’ın “biz her daim yalnızız, ister stüdyoda olsun ister boş bir sayfanın önünde” cümlesini kulağımızda bambaşka biçimlerde bolca çınlatıyor yönetmen. (2)

 

     Şüphesiz film aynı Godard’ın yaptığı gibi basit bir kadın-erkek ilişkisini başlığa taşıyarak, bunu filmin “süs”ü haline getirerek esas anlatmak istediklerine yoğunlaşıyor. Ancak ilişki boyutunun altını Godard’dan daha fazla daha kalın çiziyor. Godard “Çinli Kız”da söz konusu edilenin bizzat sinemanın kendisi olduğunu, sinemanın kendi kendini tartıştığını söylüyordu bir söyleşide. (3) Tartışılan sadece sinema değil elbette. Mao ve Çin Devrimi üzerine konuşmalar, sloganlar yani gerçekliğin sunuluş biçiminin nasıl olacağını tartışmak ve ideolojik yaklaşım esas verilmeye çalışılan. Ancak yönetmen “Godard ve Ben”de bunu Godard’ın ağzından üniversite işgal toplantılarında söyletiyor: “Yahudiler bugünün Nazileridir!”, “Devrimi önce kendimizde başlatmalıyız”, “Devrimin aslında ne olduğunu tartışmalıyız”. Fonda ise “1968 Mayıs”ında Paris, genel grev, öğrenciler, eylemler var. Bu açıdan film oldukça zengin diyebiliriz. Öte yandan, filmin Paris’i diğer pek çok filmin aksine bir illüzyon unsuru olarak kullanmaması, bir “büyü” yaratmamaya özen göstermesi de Godardca bir tutum elbette. Buna rağmen filmin Paris dekorunu iyi kullanamadığını iddia ediyor bazı yarı-eleştirmenler, hayret etmemek de elde değil.

 

     Filmin adının “Le Redoutable” olmasının da daha derinlikli anlamları var elbette. Fransızca “korkunç”, “tehlikeli” anlamına gelen sözcük 1967 yılında yani filmdeki hikayeyle aynı zamanda açılışı yapılan Fransızların ilk nükleer denizaltısının ismi. Filmde Godard ve Anne’nın radyoda yayınlanan bir askeri propaganda yayınında dinledikleri “Le Redoutable’da hayat böyle geçiyor” sözü pek çok kez esprili bir şekilde film boyu tekrarlanıyor. Bu aynı zamanda onların evliliklerine verdikleri bir ada dönüşüyor. Yönetmenin kafasında kurguladığı Godard da bu sanırız. Bu nedenle Godard, adı “korkunç, tehlikeli” olan, 1967 yılında denize indirilen bir nükleer denizaltı metaforuna dönüşüyor: Sessiz, derinden, gizemli, caydırıcı.

 

     Her ne kadar başka eleştirmenlerce filmin Godard tekniğinin yüzeysel taklidiyle birlikte Godard’ı anlattığı ve “komedi” olduğu söyleniyorsa da buna da hak vermek pek olası değil. Yönetmen Michel Hazanavicius İtalyan komedilerini çok sevdiğini ve filmde bunu kullandığını söylemişti. Gerçekten de filmde bazı küçük olaylar tekrarı komedi öğesi olarak kullanılıyor. Başka bir kaç küçük ayrıntıda da bunu hissettiriyor yönetmen. Godard’ın sürekli gözlüğünün kırılmasının bir süre sonra gülünçlüğü bunların en çok tekrar edileni. Ancak sırf bunlardan yola çıkarak filme komedi demek epeyce acımasız ve anlayışsız olmayı gerektiriyor kanımızca. Kaldı ki Michel Hazanavicius’un derdinin basit bir Godard değerlendirmesi olmadığı başka bir çok ayrıntıda gizli. Örneğin yönetmen yalnızca Stacy Martin’i değil Louis Garrel’i de soymasının sebebinin cinsiyet eşitliğine verdiği önem olduğunu söylüyor ve ekliyor “amacım kıllı insanlar göstermek değildi!”. Aynı esprili yaklaşım sözkonusu sahnede de var. Bu fikri Hazanavicius, tam o sahnede Louis Garrel’e “Neden oyuncuları soydurmaya bu kadar meraklı yönetmenler?” diye sordurarak işliyor. Yönetmen filmde kurduğu amaç-araç ilişkisi ve üslubu hakkında önemli bir fikir veriyor bu örnek. Filmde tek perspektif yok, boyutlu bir anlatım var.

 

     Yine eleştirmenlerin filmin teknik ve kurgusal “oyun”lardan ibaret olduğunu ve böyle izlenmesi gerektiğini söylemesi de filme yapılan diğer bir haksızlık. Aynı Godard’ın filmlerinde yaptığı gibi, Godard’ın eşiyle ilişkisini bir süs olarak kullanarak sinema, ideoloji, aydın çıkmazı ve arayışları, kadına bakış, aydın-kitle çelişkisi anlatılıyor aslında filmde. Bunun “zekice” olduğu doğru ama bu aynı zamanda bir tavır koymak da demek, sadece oynanan bir oyun değil.

 

     Özellikle Godard’ın filmleriyle yarattığı ve aslında kurtulmaya çalıştığı imajın ve sinema anlayışının kitle-izleyici üzerinden nasıl kendine tekrar yansıdığı bir çok kez gösteriliyor filmde. Kendi yarattığı görüntüden ve kalıptan özgürleşmeye çalışan Godard’ın bunu yıkmak için ne kadar “zalim, kaba ve itici” olabildiğini yine eşinin ağzından söyletiyor yönetmen. Böylelikle yönetmen, eşiyle ilişkisi üzerinden Godard’ın sinemadaki yerleşik düzeni yıkarken ya da kendi deyimiyle “sinemayı öldürmeye” çalışırken ne kadar sert, uzlaşmaz ve kimi zaman aşırı olduğuna bir vurgu yapıyor.

 

     Elbette bunlar Godard’ın “Brechtyen tarzı”nın Michel Hazanavicius’daki derin etkilerini anlatıyor görmek isteyenler için; Godard’ın diliyle Godard “eleştirisi”, onu anlama çabası, Brecht’e bir selam çakmaktan da öteye geçiyor aslında, daha doğrusu onun yarattığı rüzgara tutunarak onun diliyle, bu arayışa girişmek gibi. Godard’ın filmlerindeki bolca alıntı ve atıf gibi yönetmen de aslında burada Godard’a atıflarıyla “gerçekliğin parçası” haline gelmeye çalışıyor, kendi sorularını soruyor, kendi atıflarını Godard’la yapıyor.

 

     Godard ve Devrim Yahut Godard Devrimi

 

     Gerçeği eğip büken ve bunu “gerçeklik” olarak ve çoğu zaman esasından, toplamından kopardığı parçalarla reklam eden ve “duygu ticareti” yapan burjuva sinemasına karşı Godard, kurguyu, tekniği, montajı eğip bükerek, sınırlarını zorlayarak savaş ilan etmişti. Bu savaşta Godard büyük laflar etmeyi değil, gerçeğin ve devrimci olanın, halkın ve kurtuluş mücadelesi veren milletlerin safındaki büyük lafları tartıştırmayı seçti. Büyük çelişkileri de vardır kuşkusuz zamana yayılmış olan; bu aslında O’nun gerçekliğin bir parçası olduğunu anlatır bize, hiçbir şeyde safın, katıksızın, kesinin olmadığı gibi. Bu bağlamda diyalektik üzerinden bir “tutarlılık” ve bunun gerekliliği tartışması da yürüterek, yine geçici olan bir yargıya da varabiliriz. Ancak o da içinde bir çelişme barındırıyor. O da tutarlılık ile donuk ve dolayısıyla çürüyen gerici yargı arasında bir etik çelişmesini barındırıyor. Godard bütün bunları tartıştırmıyor elbette; ama O’nun arayış rüzgarı tartışma gemilerinin yelkenlerini dolduruyor, o rüzgarın sınırlarının ötesindeki menzil ufkunu veriyor. Godard’ın gücü de burada. İşte yönetmen kendi yelkenlerini de öyle doldurmuş.

 

     Biçim de Araç da İdeolojiktir

 

     Yönetmenin Godard tekniğini tümüyle film içinde kullandığını söylemek mümkün. Ancak bunu salt araçsal ve teknik bir şeye indirgeyen eleştirmenlerin esasen Godard’ı hiç anlamadığı anlaşılıyor. Godard’ın tekniği, kurgu oyunları gerçekte filmin ta kendisidir zaten; onlar bir gerçeklik tartışmasında tutulan saftır ve bu safın son kertede ideolojik bir anlamı vardır. Mao’nun ünlü “halktan öğrenmek ve halkın öğretmeni olmak” sözünü nasıl o sinemaya uydururum telaşıdır bütün olan. “Dördüncü duvar” halk için yıkılır, entelektüel bir tatmin için değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu, 40 yıllık bir tartışmanın, birikimin, keşfin ve arayışın ürünüdür, adeta bir “kadro” hareketidir. İşte o aydın kadroların Brezilya’dan Avrupa’ya, Sovyetlere ve Asya’ya uzanan o devrimci ikliminin oluşturduğu o sinema dili, bu radikal üslubun eseridir.

 

     Yönetmenin bir önceki filmi “The Artist”i izleyiciler hatırlayacaktır. Film aslında sessiz sinema üzerinden bir şekilde yine Godard’a ve Brechtyen tarza işaret ediyordu. O gün bu ipucu anlaşılamadı. Ancak “Le Redoutable” ile bu tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olduğu halde hemen hemen hiçbir eleştirmenin bunu farketmemesi de ilginç. Sinema teorisiyle az çok ilgiliyseniz Godard’ın sessiz sinema ile ilgili fikirlerini de az çok bilirsiniz. Hele eleştirmen-yazarsanız Godard’ı, Brecht’i, sessiz sinemayı ve bu üçünün ilişkini bilmek zorundasınızdır. Biz yeniden hatırlatalım. Öncelikle sessiz sinema üzerinden kendini bağlantılandırdığı Godard’ın düşüncelerini de incelemek gerek elbette:

 

     “Halkın, sessiz sinemayı görüntüye söz katmadığı için sevdiğini söyleyen Godard, Walter Benjamin’in Adorno’ya söylediği, ‘endüstri bilinçaltı bir korkuya kapılarak sesi sinemaya soktu’ sözlerine değinmişti. Bunu kanıtlamak için bir filmin salt hareketli fotoğraflar değil, üzerinde yargıya varılacak, birbirleriyle karşılaştırılacak bağımsız üç fotoğraf olduğunu savunuyordu. ‘Eisenstein şunu şunu yaptı, bu da şunu kanıtlar’ diyerek, sesli sinemayla birlikte insanların görme, düşünme, düş kurma eylemlerini bir kenara itmek zorunda kaldığına; ‘kurgunun keşfi’ dediği sessiz sinemada herkesin hep birlikte gözlerini açtıkları filmin karşısında eşit olduğuna dikkat çekiyordu. Godard’a göre, sesli sinemanın tüm büyük filmleri sessizdi.” (3)

 

     Yönetmenin “The Artist”ten itibaren aslında Godard takipçisi olduğu düşüncemizi yine yönetmen doğruluyor. Nitekim Hazanavicius “Un Grand Moment De Cinéma”yla yaptığı söyleşide “The Artist”te seyirciyi “filmin beyni” gibi gördüğünü ve bu yüzden bir karakter büyük bir laf ettiğinde hemen ardından uzun bir sessizlik getirerek seyiriciyi bunun üzerine düşünmeye, sessizliği doldurmaya sevketmeyen çalıştığını ve bu yöntemi de sonuna kadar kullandığını belirtiyor. Godard’ın da bütün derdi buydu, büyük sözleri ulaştırmak, tartıştırmak ve seyiriciyi filmin parçası yapmak. (4)

 

     Buradaki kritik nokta yönetmenin Brechtyen tarza yaklaşımının ve Godard takipçiliğinin aslında “The Artist”le başlayan bir süreç olduğunu bize gösteriyor olması. Bu filmle de birleşince şunu söylemek gerek: Yönetmen yeni bir şey söylemiyor belki ama Godard için, Brecht için, Yeni Dalga için bir şeyler söylüyor, bir kimlik beyanında, bir konum bildiriminde bulunuyor. Belki de yönetmen Godard biyografisi çekse ya da kaba, karikatürize ve “duygu ticareti” Godard övücülüğü yapsa, bir “kahraman” figürü yaratsa, esas o zaman Godard’a ihanet etmiş olacaktı. Bu haliyle bu film bir yergi değil, bilakis Godard’ın yanında saf tutmak. Her ne kadar film gösterime girmeden hemen önce Godard film için “aptal, aptalca bir fikir, ama umrumda değil!” demiş olsa da film sonrası herhangi birşey söylememesi de bu saf tutmaya verilen onaya bir işaret olamaz mı?

 

     1. Jean-Luc Godard, Godard Godard’ı Anlatıyor, Söyleşiler, 2014, s.122.

     2. Robert Stam, Sinema Teorisine Giriş, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 96

     3. Cengis T. Asiltürk, Sinemada Diyalektik Kurgu, Beykent Üniversitesi Yayınları 2008, s. 105

     4. http://www.ungrandmoment.be/interview-michel-hazanavicius-le-redoutable/ Erişim Tarihi 27.12.2017


     Aydınlık Gazetesi - 02.01.2018, Salı




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5789991
Online Ziyaretçi Sayısı:24
Bugünlük Ziyaret :939

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.