01.02.1963 / Ertuğrul Oğuz Fırat - Halk ve Müzik Eğitimi


     “Opus”
un 3. sayısında bir Japon müzikçinin (Keisei Sakka), 4. sayısında bir Hintli müzikçinin (Varaj Bhatia) memleketlerinin müzik yaşamı üzerine yapmış oldukları konuşmaların çevirileri çıktı. Bir yol gösterme, çare arama ya da genişliğine bir açıklama yoktu bu yazılarda. Ancak yazarların kendi memleketlerindeki bugünkü müzik yaşamını öz olarak bir saptama (tesbit) vardı. Buna karşın yine de ilginç yazılardı. Hele bizdeki gibi doğu ve batı çatışmasının bir türlü kararını ve dengesini bulamadığı bir ülkenin müzikseverleri için…


 

     Yazıların başındaki sunudan anlaşıldığına göre doğu-batı memleket müzikçilerinin Japonya’daki toplantılarında yapılan konuşmalardır bunlar. Bu toplantıya Türk bestecisi olarak da İlhan Usmanbaş katılmıştır. Şüphesiz aynı toplantıda Usmanbaş’ın Türkiye’nin batı müziği ile ilgili sorunları ya da durumunu nasıl açıklamış bulunduğu meraka değer bulunmaktadır. Usmanbaş bir konuşma yapmış mıdır? Bununla belki Opus’un ileriki sayılarında karşılacağız.


 

     Dostum Usmanbaş’ın Japonya dönüşü 15.5.1961 tarihinde bana yazmış bulunduğu mektupta bu yönden bir açıklama bulunmamaktadır. Ancak, bu mektupta, kongrenin genel havasını ve doğu-batı karşılaşmasının alışılmış, olağan nezaket sözleri gerisindeki gerçek düşün zıtlığı ve yükümünü belirten çok ilginç bir bölümünü buraya almakta yararlılık görüyorum. Mektup şöyle:


 

     “Japonya’dan tabii söz açacağım. Çok gelişmiş bir memleket. Kültürce sanatça. Her türlü bestecileri var. Bilinmedik şeyler yapmıyorlar. (Bilinmedik ne varki zamanını yaşayan için.) Çok cesur denemez belki. Zaten bir şey avant-garde yaftasını aldı mı cesareti de yaftanın içinde yapışıp kalıyor. Çok konuşuluyordu bu laf. Çok konuşulduğu için de eserlerin dışında kalınıyordu. En büyük tehlike. Ama ne yaparsın - turistik bir gezide kesin yargılar gerek. Yüzyılların emeğiyle hazırlanmış bir tapınak bir yol göstericinin bir cümlelik açıklamasında saklı kalıyor.


 

     Kongre doğu-batı tanışması adını taşıyordu. Fakat orada batılılar doğulu kesildiler - ve tersi. Batılılar istemiyorlar kendi araştırma kaynaklarının yok olmasını. Gerçi kalıplaşmış bir dünya hoş değil. Fakat başka türlüsü sadece bir merak ve dedikodu kaynağı olmaktan da öteye gidemeyecek. İlk ve son söz: intéressant… Tabii en çok duyulan laf da bu oldu. İyi ve kötü için. Yargınızı söyleseniz bile dinlenmiyor. Evet tanışmalar olmadı değil. Örneğin benim Japonya hakkında bir kısa yazı kadar fakat biraz daha canlı bir bilgim oldu. Ama, ne yazık ki hiç bir Japon… Yok, yok.. belki bir kişi: Sadao Bekku. Evet, genç bir besteci. Avant-garde değil, tarif üzere. Hatta besteciliğiyle bile fazla ilgilenmedim. Ama en çok yakınlık duyduğum o oldu. O da öyle. İyi bir insandı çünkü. Yazacak olursam Japonya’ya sadece O’na olacak. Demek, anlaşmak, anlamak turistik ölçülerin dışında kalıyor. İşte doğu-batı tanışması.”


 

     Çevirileri çıkan iki konuşmanın bir yol gösterme niteliği taşımayıp, yalnızca durumu öz olarak saptama yönünde bulunduğunu yazımızın başında belirtmiştik. Bu tür yazıların, ilgilenenlerin usuna ister istemez kendi ülkemizde aynı konunun bir soru olarak bulunmasıyla bir kıyaslama yapmak düşününü getireceği açıktır. Bu yazıların asıl ereği de budur. Bir sorunun çözülmesinde çareleri bulabilmek, araştırabilmek için öncelikle durumun gerçeğe uygun saptanması ilk koşul değil midir?


 

     Şimdilik Asya’da iki ülke halkının batı müziği karşısındaki durumlarını öğrenmiş bulunuyoruz. Her iki ülke toplumunun yaşamında da bizim toplumumuzun müzik sorunlarıyla benzer, neredeyse koşut (muvazi) denilebilir bir yön bulunmaktadır: İster Japonya, ister Hindistan, ister Türkiye olsun zengin, ama tek sesli bir geleneksel müzik yaşamından sonra ancak yakın çağlarda batının uygarlık anlayışından doğan çok sesli müziğe kapı açmış bulunmaktadırlar. Doğu ve batı anlayışında olan müziklerin en büyük ayrımı burada, birinin hep tek seslilikte kalması, ötekinin özgür düşünce, tartışma sonucu çok sesliliğe ulaşmış olmasında bulunmaktadır. Yoksa bu müziklerin kendi içlerindeki bölümleşmeler -örneğin Japonya’da bir Gagaku, bir Noh, bir Kamusa veya Koto müziğinin Hindistan’da ve Türkiye’de bu yönden ruhsal bir ayrımlaşmadan doğan erekle bir saray, bir halk, bir dinsel müzik ayrıcalığı olmasının- müziğin öz teknik yapısından doğan tek sessizlik-çok sessizlik ayrılığı yanında önemi bulunmamaktadır. Müzik ister tek sesli, ister çok sesli olsun, dinsel olması ya da din dışı kaynaklardan doğması çok sesli ve tek sesli müzikleri birbirlerinden daha uzak veya daha yakın kılmamaktadır.


 

     Konunun toplumumuz yönünden önemi saklanamayacak kadar büyük bulunmaktadır. Bizde batı müziğine ilginin ilkin saray yoluyla başladığı, saray bandosunun kuruluşuyla bunun o zamanki payitahtda yaşayanların müzik anlayış, istek ve yaşamında etkenliğine çalışıldığı göz önünde tutulursa, batı müziğinin sınırlarımızdan içeri bir toplum sorunu olarak, önemsenerek ilk girmesinden bu yana yüzyılı çok geçtiği anlaşılmaktadır. Alaturka diye adlandırabileceğimiz eski geleneksel saray müziğinin büyük ustalarından olan Dede Efendi’nin (Hamamizade) batı müziğinde ilgisini çeken yalnızca yeni bir vurum şekli olmuştur. Vals temposuyla yazılmış (Yine bir Gülnihal aldı bu gönlümü) adlı şarkının ortaya çıkmasında bu karşılaşmanın etken olduğu söylenmekte ve batı müziğinin çok sesliliğine karşı da (bize uymaz) kanısıyla sırt çevirmiş olduğu alaturkanın savunucularınca bugün bile öğünülecek bir tutummuş gibi belirtilmeye, anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu da göstermektedir ki batı müziğinin halkın günlük yaşamına giremeyişinde öncelikle çözülmesi gereken sorun, geleneğe karşı özgür düşünme, özgür düşünmenin vazgeçilmez bir koşul ve yöntemi bulunan, düşünleri tartışma tutumunun gerekirliğinin anlaşılamamış olmasıyla bağlı bulunmaktadır.


 

     İmparatorluk devrinin toplum anlayışı ile bugünün toplum ve devlet anlayışı arasındaki büyük ayrılık nedeniyle, batı müziğinin bir zümrenin değil, bütün halkın yaşamında bir sanat türü, dahası bir kültür ve eğitim konusu olarak benimsetilmeye uğraşılması bu yüzden ancak “Cumhuriyet”ten sonra olabilmiştir. Bu yönden en büyük, en kararlı adım “Devlet Konservatuvarı”nın kurulmasıyla atılmıştır. Memleketimizde batı müziğinin yerleştirilmesinde başlangıç çalışmaları da göz önünde tutulursa bugüne değin devlet ayrdımı olmaksızın hiçbir adım atılamamıştır. Bu kaçınılmaz bir gereklilikti. Türkiye için toplum hayatının çağdaş uygarlığa yakınlaştırılmasında eski “Mecelle”nin yerine “Medeni Kanun”un yürürlüğe girmesi, harf devrimi nasıl bir kaçınılmazlık ve zorunluluk taşıyordu ise, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle batının çok sesli müzik anlayışına ulaşmak da aynı gereklerden doğuyordu. “Mecelle” yerine “Medeni Kanun” yürütülebilmiştir. Şapka devrimi, harf devrimi yürütülmüştür. Çünkü bunların halka benimsetilmesinde zordan önce bir inanç bulunuyordu. Yol gösteren bir Atatürk sevgisi bulunuyordu. Atatürk’ün her devrimden önce halkın arasına karışarak yaptığı konuşmalar, uyarmalar, örnek oluş, sonradan bu konularla ilgili olarak çıkan kanunlara karşı koyacak bir ortamın bulunmamasını yerine getirebiliyordu. Ama batı müziğinin sevdirilmesinde ve yerleştirilmesinde ne gerekli uyarma tam yapılabilmiş ne de zor kullanmak bir çıkar yol olabilmiştir.


 

     Atatürk kadar sanatı önemseyen, seven ve anlamaya çalışan, yerine göre alışkanlıklarından, kişisel duygulanımından fedakarlık yapmayı göze alabilen bir başka devlet adamı gösterebilmek hemen hemen olumsuzdur. O’nun kişisel duygulanımı belki bizim şimdi duygulandığımız yahut beğenilerimize bir ölçü olarak aldığımız batı müziğinin çok ileri, çok üstün eserleriyle ilgili değildi. Belki bu eserlerle hiç karşılaşmamış, karşılaşmış olsa bile üzerlerinde durmamış da olabilir. Önemli olan bu değildir. Önemli oaln, Atatürk’ün içinde bulunduğu ortamı, çevresinin yetiştirme koşullarını, kişisel duygulanış yönünü bir yana itebilecek güöte ve ileri görüşte olması, düşün yönünden en ileri bir müzik anlayışını çevresine sindirmeye çalışmakla, batı müziğini anlamanın ve sevmenin vazgeçilmez bir kültür sorunu olduğunu düşünen bugünkü kuşakla daha o zamandan amaçta birleşmiş olmasıdır. Bu durumu en iyi kanıtlayacak olan O’nun kendi sözleridir yine. İşte birkaçı:


 

     “Musiki zevkini hesaba katmadan bir milleti kalkındırmak mümkün değildir.”


 

     “Bugünkü Türk kafası, musikiyi düşündüğü zaman, yalnız basit ve geçici heyecan verecek musiki aramıyor. Musiki dendiği zaman yüksek duygularımızın, hayat ve hatıralarımızın ifadesini bulan bir musiki murad ediyoruz. Biz bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman ondan geçmişin intibah bırakması lazım gelen hikayesini, kalbimize giren oklar gibi duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun, biz bir beste dinlerken ve farkında olmaksızın hislerimizin incelir olduğunu duymak isteriz. Musikiden beklediğimizin maddi, fikri ve hissi uyanıklık ve çevikliğin takviyesi olduğuna şüphe yoktur.”


 

     1928 yılında İstanbul’da “Sarayburnu Parkı”nda “Harf Devrimi” sebebiyle yapmış olduğu bir konuşmadan:


 

     “Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak Şarkın en Mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Müniretül Mehdiye Hanım sanatkarlığında muvaffak oldu.


 

     Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen, şatırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendisinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felaketli neticeleri vardır. Bununfariki olmamak, kabahattir.”


 

     Bütün bu sözler amaca ulaşabilmek için yetmiş midir? Elbette ki Atatürk, yapılmak istenilen işte tutulacak yolu bir sanatçı gibi göremezdi. Sanatçılarımızın kendi çalışmalarıyla yaratmaları gereken ortamı yalnız sözlerle hazırlıyamazdı. Atatürk’ün en büyük yanının yalnız bir kuram adamı olmayıp, düşünlerini en kestirme, en çıkar yoldan uygulamayı başaran bir eylem adamı olduğu da düşünülürse, batı müziğinin yerleşmesi isteğiyle çeşitli yerlerde, türlü nedenlerle söylediği sözlerden ötesinin kendi elinde olmadığı açık bulunacaktır. Buna karşın yine de bir süre, kapalı bir zor yoluna başvurmayı hoş görmüş, örneğin radyolarda alaturkanın çalınması önlenmek istenmiştir. Bu belki, Atatürk’ün gerçekleşmesini ısrarla düşündüğü, ama, yerine gelmesinde kendi yetenekleri bakımından çaresiz kaldığını gördüğü bir konuda hedefe ulaşmak için yolu kısaltmak yönünden başvurabileceği elindeki tek çıkar olarak anlayışla karşılanacak ve hoş görülecektir.


 

     Batı müziğinin halka sevdirilmesi yolunda hiçbir zaman Atatürk’ün devrimlerde tutmuş olduğu sistemli, uyarıcı yola başvurulmamıştır. Bütün çalışmalar kişisel, bireysel (şahsi, ferdi), dar bir alanda kalmış, “Devlet Konservatuvarı”nın kurulması ve birçok sanatçının yetişmiş olması istenilen sonucu bir türlü sağlayamamıştır. Tüm çabalar, belli birkaç büyük kentimizin batı müziğinden hoşlanan küçük bir azınlığının isteklerine karşılık olmaktan öteye gidememiştir. Sanatçılarımız da yalnız bu dar çerçevenin beğenilerinden alkış tayınını aldı mı, kendini çoğun mutlu sayabilmiş, bununla yetinmeyi hoş bulmuştur.


 

     Halk için bir müzik eğitimi uygulanması sorunu doğrusu aranırsa, “Cumhurbaşkanlığı Sinfoni Orkestrası”nın bölge konserleri gezisine varıncaya değin gereken önemle üzerinde durulmuş bir konu olmamıştır. Konservatuvarların kuruluşundan bu yana bu alanda atılan tek önemli adım bu olmuştur. Ancak bölge konserlerinin bugünkü durumuyla beklenen yararı sağlayacağı da şüpheli bulunmaktadır.


 

     Bir yol, kendi haline terk edilmiş, önemsenmemiş Anadolu halkına, çölde bir damla su ölçüsünde belki birkaç yılda ancak bir gecenin bir-iki saatinde karşılaşacağı bir konser vermekle kulakların pasının atılacağı, susuzluğun giderileceği, müziğin kendisine bir ilgi duyurulacağı çok şüphelidir. Açık söyleyelim, bu bırakılmış insanlar ülkesinde “Cumhurbaşkanlığı Sinfoni Orkestrası”nın bu tutumla Ankara’dan taşıyabileceği ilgi ancak Ankara’dan gelen kişiler, uygar kişiler olmaktan öteye değildir. Bu, konserlerde dinlenenin değil, görülenin daha önde olduğu anlamına gelmektedir. Çalınan eserler dinleyicilerin umurunda değildir, ama çalgıcıların görülmesi birşey olabilmektedir. Belirtmek istediğimiz şudur: Bölge konserleri düşünce olarak iyidir, ancak yürütülmesi çok eksik, çok hatalı yollarla yapılmaktadır. Çalınan eserlerin dinleyiciyi bu müziğe ısındırması için gerekli derecelendirme anlayışı yoktur. Öğrenebildiğimiz programlara göre eserlerin bşr eğitimcinin seçiminden geçtiği söylenemez. Sudan korkanı denizin ortasına atıp, başına da bir yumruk indirmek gibi bir haldir bu. Hepsi bir yana bu programları düzenleyenlere tek bir soru sorarak hatalarının hangi yanda bulunduğunu daha açıklıkla belirtebilmek olumlu: Hangi bölge konserinde hangi Türk bestecisinin hangi eseri çalınmıştır? Doğal ki bu sorunun altında yatan, pel çok bilmezlikten gelinmiş, sorumluluğu gereğince duyulmamış ödevden kaçınma hali bulunmaktadır. Bu noktaya yazımızın sonunda yeniden döneceğiz.


 

     Bu konserlerde, konserin kendisiyle değil, ancak yürütülme şekliyle ilgili, hatalı ikinci bir nokta daha bulunmaktadır. Konserler parasız, davetiye ile dinlenebilmektedir. Davetiyeleri de o ilin ya da ilçenin en büyük mülkiye amiri dağıtmaktadır. Kimlere, elbette ki bizdeki mülkiye amirleri devlet eliyle bir iş yapılacak oldu mu bundan ilkin memur sınıfının yararlanması gerektiğini düşünür, hatta çok yerde bunu “şu kadar memurumla emrinize koştum” gibilerden üst makamlara karşı bir gösteriş, bir onura bağlı zor işi haline getirirler. Peki ama, bölge konserlerinin asıl amacı yalnızca memurlara zorla konser dinletilmesi midir? Davetiye alamayan, ama kendi isteğiyle bu konseri dinlemek için bir para ödemeyi bile göze aldığı halde buna erişemeyen halktan olan öteki vatandaşın iki katlı üzüntüsünü nasıl giderelim? Eski günlerden kalma şu biçimsiz ve bir çok kereler tehlikeli bir hal alan memur ve halk ayrımından, nimetlerden yararlanmakta yapma bir sınıf ayrıcalığı gözetmekten sanatın halka sunuluşunda olsun vazgeçmeli değil miyiz?


 

     Belki bu konuda yazdıklarımızdan alınacak ve incinecek kimseler, tümcelerimizden bir taşlama, bir hakaret anlamı çıkarmak isteyenler bulunacaktır.


 

     Olabilir. Tutumlarımızdan dolayı birbirimize kızmak yetmez, önemli olan bunun bir tartışma konusu olabilmesi, kanıların öne sürülmesi, doğru, aydınlık olanın ortaya çıkmasıdır.


 

     İlgililerin karşıkarşıya bulundukları, çözümlenmesi gereken soru bizce şudur: Bölge konserlerinin amacı nedir? Konser verilecek bölge halkı, kendilerine sunulacak sanat türüyle günlük yaşamlarında ne ölçüde ilgili ya da bunu kavramaya ne ölçüde hazırlanmış bulunmaktalar?


 

     Eğer ortada onur kırıcı bir durum varsa bu ancak bugüne değin yüzüstü bırakılmış, eğitilmemiş, umursanmamış bir halkın varlığı, buna karşılık sanatçılarımızın bundan kendilerini sorumlu saymamaış olmaları ve derece derec bütün aydınlarımızın ve idare adamlarımızın yalnız sözde kalan bir halkçılıkla yetinir olmalarının kusurundan doğma bir nedenle bağlı bulunmaktadır.


 

     Bugün hiç değilse belli bir çevrede konunun öneminin anlaşıldığını gösteren belirtiler bulunmaktadır. Küçük bir topluluk sorunun çözülmesinde yeni yollar aramak gerektiğini açıklıkla duymaya, bunu belirtmeye başlamıştır. Usmanbaş’ın “Opus”un 4. Sayısında çıkan “Konservatuvar Kurtulmak İstiyor” başlıklı yazısı bir çıkar yol aramak için düşünmeye başlamak gerektiğinin belirtisidir. Faruk Güvenç’in bölge konserleri üzerine radyo konuşması, Muammer Sun’la yapılan ve “Ankara Radyosu”nda yayınlanan bir konuşmada bu bestecimizin besteci olarak düştüğü karamsarlığı acı, karanlık “Çünkü”lerle belirtişi, “Opus”taki “Müziğin önemi ve Fonksiyonları” yazısı bunun açık belirtileridir.


 

     Ama, adlarını verdiğimiz bu birkaç kişi ve yine onların çevresinde toplanmış bir avuç insanın yakınması, sızlanması, konuşmayı istemesi toplumda ya da toplumu yönetenlerin düşüncelerinde bir uyarma, hiç değilse bir yankı yapabilecek midir? Çok şüpheli. Büyük toplumda, halkın içinde, genişliğine bir etkisi olamayacağını şimdiden kesinlikle söyleyebilmek olumludur, bunun için. “Opus” gibi bir derginin bir düşün iletkeni olabilmesi yaşamasına bağlıdır. Bir derginin yaşaması için gerekli koşulların neler olduğu her memleketin toplum seviyesine göre değişir. Bunlar bilinen yanları işin. “Opus” ne kadar dayanacak? Galiba bunu ne burada yazanlar ne de okuyanlar her sayının çıkışı yaklaştığında içleri titreyerek kendilerine sormaktan hiç kurtulamayacaklar.


 

     Üzerinde asıl durulacak nokta bu da değil bizce. “Opus” batsa da aynı konular, aynı düşünler üzerinde duracak başka bir dergi çıkabilir denecektir. Acaba öyle mi? Bir bakıma konunun önemli yanı şu: Aydınlarımızın büyük ilgisizliği ve bunun nedeni?


 

     Sürüm ölçüleri değişik olmakla beraber, büyük şehirlerimizde hayli dergi çıkmaktadır. Bunların çoğu sanat dergisidir. Bir bölüğü de siyaset-iktisat dergisi olupi sanat için de birkaç sayfa ayırmışlardır. Ama bunların hangisine bakarsanız balkın, sanat için ayrılan yerlerde yalnızca yazın sanatıyla ilgili konular, biraz da resim ve sinema ile ilgili yazılarla karşılaşırsınız. Bu tutum karşısında sanki müzik sanattan sayılmamaktadır gibi bir sonuca ulaşmak olumlu. Yine bu dergilerin çoğunda, öteki dergilerden haberler verilir. Ya da öteki dergilerde çıkan ilginç yazılar eleştirilir. “Opus” dört sayıdır çıkıyor. Bu dergilerin hiçbirinde “Opus”tan ne bir haber ne de üzerinde durulan sorunlarla uzaktan yakından bir ilgi çekici yazı ya da bir tepki, bir kanıyı belirtecek tek eleştirme yazısı çıkmıştır. Niçin “Opus”tan söz açılsın denilemez sanıyoruz? Çünkü Türkiye’nin müzik sorunlarına bir sanat için gerekli ağırbaşlılıkla değinen tek ve bu ölçüde ilk müzik dergisidir de ondan. İşte, batı müziğinin memleketimizde bir türlü gereken saygınlığa, ilgiye, beğeniye ulaşamamasının basit bir belirtisi. Batı düşüncesine ulaşmış saydığımız nice aydınımız için durum şiirde, romanda, tiyatroda, balede, sinemada batıyı örnek almak, batıdan gelen düşünlerle esinlenmek yolunda anlamını bulurken, müzik bakımından üzerine dikkati çekecek bir konu bile sayılmamak ölçüsünde bulunmaktadır.


 

     Bir sanata karşı büyük toplum ilgisizse, aydınların bile çoğunun yaşamında yer tutmamaktaysa, Hintli müzikçi Varaj Bhatia’nın dediğince o sanatla ilgilenen ve eser vermeye kalkışanlara “acayip” birer insan olarak bakmak hiç de yanlış olmaz. Görünüş böyle olmakla beraber, bize kalırsa asıl acayiplik bestecilerimizin, müzikçilerimizin durumundan doğmamakta, öteki aydınlarımızın bir yüzlerinin batıya çevrik bulunmasına karşın, konu müziğe dayandı mı çekingen, dahası bilgisiz ve kolayca söylenen “müzikten anlamam” ya da “bu konuda bir düşüncem yok” yollu sözlerin kurtarıcılığına bel bağlayan eksik bir kültür ve düşün dünyasında yaşadıklarının belirtisi olan inançsız tutumlarından doğmaktadır.


 

     Yazımızın baş tarafına dönecek olursak, eğer bir kıyas gerekliyse, genel olarak batı anlamındaki müzik sanatının memleketimizde Hindistan’daki kadar geri ve öıkmazlarla karşı karşıya değilse bile, ancak biraz ileride bulunduğunu düşünebiliriz.


 

     Japon bestecinin kendi memleketi için büyük bir onur içinde belirttiği durumların çok uzağında bulunmaktayız. Bununla beraber burada dikkatimizi çekecek başka bir nokta ortaya çıkmaktadır. Japonya’da batı müziğinin belirtilen ölçüde gelişmesine karşılık, batıdaki müzik çevrelerini etkisi altında tutabilen büyük sanatçılar yetişmiş olduğundan ve bunların çokluğundan söz edemeyiz. Oysa ki Türkiye’nin çok daha kısa olan batı müziğiyle ilgilenme evresi içinde besteci olarak da, solocu veya şarkıcı olarak da çok daha üstün, çok daha seçkin sanatçılar yetiştirmiş olduğu açıkça ortada bulunmaktadır. Bunun nedenini bulabilmek, herhalde öteki sorunların çözümünü bulabilmek kadar gerekli ve önemlidir. Bize kalırsa bu ölçüde üstün sanatçı yetişmesi, Türk toplumunu yapan birimlerin (fertlerin) derinliklerinde büyük istidatları doğal olarak taşımalarından ileri gelmektedir. Ancak bunlardan yeterince yararlanamamız, sanatın genişliğine yaygınlaşamaması, toplumcu olamayışımız, birlikte iş görmek bilinç ve eğitiminden çok uzak bulunuşumuz, bu yönden tüm doğulu alışkanlıklarımızın esiri bulunmamızdan ileri gelmektedir. En küçük, en dar kadroya göre yazılmış bir müzik eserinin dinleyici önünde gerçekleştirilebilmesi bile anlaşmış, birlikte iş görebilmek yeteneğine ulaşabilmiş kişilerin varlığını gerektirmektedir. Bu bilinince bugüne değin olan müzik çalışmalarının neden kısır kalmış olduğu, neden eğitim konuları üzerinde tartışmak, yeni yollar araştırmak dururken senlik, benlik davalarıyla uğraşılarak günlerin boşlukla geçirilmiş olduğu daha kolaylıkla anlaşılabilecektir.


 

     Buraya jadar nereden yola çıktığımızı, nerede durmakta olduğumuzu kısaca belirtmeye çalıştık. Bundan sonraki yazımızda ne yapabiliriz, ne yapmalıyız? Sorusu üzerinde durmaya çalışacağız.

____________________________________


     Aylık olarak yayınlanan “Opus Dergisi”nin 1. Yıl 5. Sayı ile Şubat 1963 tarihinde basılan nüshasının 3-6. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5756538
Online Ziyaretçi Sayısı:12
Bugünlük Ziyaret :514

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.