30.01.2018 / Hakan Ali Toker - Klasik Batı Müziğinde Doğaçlama Geleneği


     
Doğaçlama denince akla ilk ne gelir? Caz -konumuz müzikse- tabii. Her meraklı müziksever bilir, caza hayat veren şeyin doğaçlama olduğunu. İki veya daha fazla caz müzisyeni bir araya geldi mi, adeta konuşurlar birbirleriyle, müzik yoluyla. Önlerinde nota babından, basit, tek sesli, birkaç satırlık bir şema vardır. Üstelik, her müzisyenin önünde aynı nota, farklı partiler değil! Adına “nota” bile demezler, “chart” derler; yani şema, kroki, plan. Onların uyum içinde müzik yapabilmeleri için bu yeterlidir. Çünkü, binlerce hece, kelime, küçük-büyük kalıplar ve bu kalıplarla kurulabilecek sonsuz cümle olasılıklarından oluşan ortak bir dili konuşmaktadırlar: Müzik dilini! O şemanın sunduğu armonik ve ritmik yapının üzerine isterlerse 2 dakika, isterlerse saatlerce müzik yapabilirler. Bu, birkaç arkadaşın bir araya gelip ateşli ateşli tartışmasına benzer. Bunu yapabilmeleri için en basitinden ne gereklidir? Bir konu. Bu yeterlidir. Herkesin o konu hakkında söyleyecek bir şeyleri, bir deneyimi, bir birikimi ve bir yorumu vardır. Caz müzisyenleri de birbirleriyle müzik dilinden konuşurken, kendi deneyim ve birikimlerinden yararlanır, konu üzerine kendi fikirlerini ortaya koyarlar. Doğaçlama yaparken herkes konuşma sırasını bilir. Biri konuşurken (teknik terimle ‘solo’ yaparken) diğerleri ya dinler, ya da onun sözünü destekleyici bir altyapı oluştururlar.


 

     Deneyim, birikim ve yorum konusunda şunu eklemeliyiz ki, aslında her müzisyen, her tür müzikte bunları ortaya koyar. Bu caza özgü değildir. Besteci, birikimini kağıda geçirir, icracı da kağıtta yazanı kendi deneyim ve birikim süzgecinden geçirerek yorumlar. Dille kıyaslayacak olursak beste yapmak, şiir yazmak gibidir. En güzel ve anlamlı sözler, iyice düşünülüp tartılarak, belirli ölçü ve kalıplarla kağıda yazılır. Müzik icrası, doğaçlamanın yokluğunda, o kağıttaki şiiri birinin yüksek sesle okuması gibidir. Yani okuyan kendinden tek kelime dahi katmaz; ancak sesinin tonlamasıyla, vurgularıyla, zamanlamasıyla yazılanı hayata geçirir, yorumlar. Cazın farkı şudur ki; önceden yazılmış bir şiiri okumak yerine, müzisyenler, o anda akıllarına gelen fikirlerle cümle kurar, doğrudan konuşur, sohbet ederler birbirleriyle. Yani doğaçlama yaparlar! Bu bakımdan caz müzisyenleri sadece yorumcu değil, yaratıcıdırlar aynı zamanda; her caz icracısı, bir bestecidir aynı zamanda.


 

     Peki doğaçlama caza özgü müdür? Hayır. Cazla mı doğmuştur? Ona da hayır. Aslında, yeryüzünde doğaçlamaya yer vermeyen müzik türü yok gibidir. Müzik, doğaçlama yoluyla doğmuştur ve emin olabiliriz ki yüzyıllarca sadece bu yolla icra edilmiştir. Müziğin “bestelenmesi”, yani bir kalıba sokulup hafızaya alınması, dolayısıyla belirli parça ve şarkıların oluşması daha sonra olmuştur. İnsanların ilk bestelediği parçalar, yüzyıllarca kulaktan kulağa, yani sözlü gelenekle aktarılmış ve bu yöntemin doğası gereği, zaman içinde değişim geçirmiştir. Nota ise çok sonraları ortaya çıkmış, nota gelişip yaygınlaştıkça doğaçlamanın müzikteki rolü azalmıştır.(1)


 

     Kimi müzik türlerinde doğaçlamaya sadece özel anlarda rastlanır, o türün tuzu-biberidir. Kimi türlerde ise doğaçlama baştan sona mevcuttur, o türün bel kemiğidir. Bazı müzik türlerinde doğaçlamaya ne kadar yer verildiği; zamana, mekana, koşullara, icracılara göre değişkenlik gösterir. Bunun en güzel örneği, klasik Batı müziğidir.


 

     Bugün, gerek klasik müziğin beşiği olan Avrupa’da, gerek dünyanın herhangi bir yerinde bir resitale, bir oda müziği veya orkestra konserine gittiğiniz zaman, doğaçlama ile karşılaşma ihtimaliniz %1’den azdır. Bu da, dinleyicide, bu müzik türünde doğaçlamanın hiç yeri olmadığı zannını uyandırır. Dahası, dünya genelinde klasik müzik konserlerinde icra edilen eserler 18. ve 19. yüzyıl ağırlıklı olduğu için, dinleyici, bu dönemin müziğinde doğaçlamanın yeri olmadığı sanısına kapılır.


 

     Bu sanıya kapılan sadece dinleyici değildir. Herhangi bir müzik öğretmenine sorsanız, öğrencisinin Bach, Mozart veya Liszt’in bir bestesini çalarken doğaçlama olarak birkaç notayı değiştirmesine izin verir mi diye; “Haşa! Tövbe!” cevabını alabilirsiniz. Zira bu üstadların eserleri ayet sayılır. Notaları basıma hazırlanırken, aslına uygun olmasına azami özen gösterilir. Çalarken de o notadan sapmak adeta günahtır.


 

     Oysa tarih, Bach, Mozart ve Liszt’in zamanında uygulamanın hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Bu üstadların her biri birer doğaçlama ustasıydı. Bestelenmiş ve notaya alınmış bir eserin icrasında, yer yer doğaçlama olarak kendilerinden notalar ekler, bazen de hiç yazılmamış bir eseri dinleyici önünde sıfırdan doğaçlayabilirlerdi. Kendi bestelerinin başkaları tarafından icrası söz konusu olduğunda da aynı tutumu beklerlerdi, çünkü dönemin adeti böyleydi. Dinleyici için de; bir konserin belki en önemli, en özel anları, doğaçlamanın yapıldığı bu anlardı. Heyecan bu anlarda doruğa çıkıyordu. O zamanlar bir icracının alanında yetkinliğinin en çarpıcı ve aranan kanıtıydı doğaçlama.


 

     Bu ustaların yaptığı müziğin kökenlerine baktığımızda, Avrupa ülkelerinin halk müziği, kilise müziği ve saray müziği karşımıza çıkıyor. Notanın ortaya çıkışı ve gelişimiyle bilhassa kilise yakından ilgilidir. Ayinlerde söylenen ilahilerin çoğalması ve giderek karmaşıklaşması, onların akılda tutulmalarını güçleştirmiştir. Bunun üzerine, ilahileri seslendiren koro üyelerinin söz konusu ezgileri hatırlayabilmeleri için, kağıt üzerinde, eserin sözlerinin yanı sıra müziğin iniş-çıkışlarını gösteren basit bir işaretler sistemi icad edilmiştir. Kiliseler arası standardizasyon ihtiyacı ve Avrupa müziğinin giderek gelişen yapısı, bu sistemin daha da geliştirilmesine yol açmıştır.(2)


 

     İlk notalar, müziğin seyrini ana hatlarıyla belirtirdi. Tüm verileri içermezdi. İcracı, bu ana hatların etrafında doğaçlama olarak kendinden çok şey katardı. Yani boşlukları doldururdu. Zamanla nota gelişip, icra için gerekli tüm verileri ifade eder hale geldikçe, icracının bazı detayları kendinden ekleme ihtiyacı ortadan kalktı. Doldurulacak boş yer kalmadı.


 

     Bir parantez açmalı: burada Batı müziği tarihinde notanın işlevinden söz ediyoruz. Bizdeki “Hamparsum” ve “Ebced” notaları gibi, Batıdakinden farklı notasyon sistemleri de vardır. Onların gelişimi ve yerel müzik hayatına etkileri ayrıca ele alınmalıdır...


 

     Ortaçağ ve Rönesansta Avrupa’da yapılan müzik yarı yarıya doğaçlamaydı. Kilise için bestelenip notaya alınmış “cantus firmus” adı verilen ezgiler vardı. Şancılar, bu ezgilere eşlik edecek ikincil ezgileri -yani “kontrpuan”- doğaçlama eklerlerdi. Doğaçlamanın kurallarını öğrenmek, bir müzisyenin eğitiminin temel bir parçasıydı.


 

     Çalgı müziğinin gelişip, daha önem kazandığı Barok döneme gelindiğinde “basso continuo” denilen doğaçlama tarzını görüyoruz. Bu tarzda besteci eserin ana ezgilerini çalması için bir veya birkaç yaylı veya nefesli enstrümanın partisini yazar; alta, bunlara eşlik edecek bir de bas partisi eklerdi. Bas partisinin altında “şifre” denen rakamlar olurdu. Ezgi çalgıları ile bas çalgısının arasında yapıştırıcı/tamamlayıcı görev gören bir çalgı daha olurdu ki -sıklıkla klavsen-, onun partisi ayrıca yazılmazdı. Klavsenci, sol eliyle bas partisini duble eder (yani aynısını çalar), sağ eliyle ise verilen şifrelere dayanarak, akor ağırlıklı doğaçlamalar yapardı.


 

     Bu dönemde nota iyice gelişmiş, bugünkü haline çok yaklaşmıştı. Bugün, konservatuar eğitimi görmüş, iyi nota okuyan müzisyenler, Barok dönemden kalma bir el yazmasını deşifre edebilirler. Yazılanları aynen çalabilirler, hiçbir şey eklemeden -continuo bile. Kulağa hoş da gelir! Ancak yeterli olmaz. Çünkü Barok dönemde hala satır aralarında boşluklar vardır; yorumcunun sağlam bir stil bilgisine dayanarak, icra sırasında doğaçlama olarak doldurması gereken boşluklar. Notadaki hali her ne kadar uyumlu tınlasa da, bu müzik ancak o boşluklar doldurulduktan sonra ruh kazanabilir.


 

     Bunun dışında, hiç bir notaya/şemaya dayanmadan, icra sırasında içten geldiği gibi, bilinen formlara dayalı veya tamamen serbest yapılı parçalar doğaçlamak da yaygındı Barok dönemde. Bunu da genellikle klavyeli çalgı çalanlar, tek başlarına, yani solo olarak yapıyorlardı.


 

     Barok döneme son noktayı koyan ünlü besteci Johann Sebastian Bach, aynı zamanda kilise orgcusuydu. 1723-50 yılları arasında Leipzig’deki “Aziz Thomas Kilisesi”ndeki görevini icra ederken, bugünkü meslekdaşlarının hala yaptığı gibi, ayinlerin belli bölümlerinde org ile doğaçlamalar yapardı. Bir Hıristiyan ayininin belli bölümlerinin uzunlukları değişkendir. O sırada kilisede bulunan cemaatin mevcuduna göre değişir. Örneğin, katoliklerin “aşai rabbani” ayini (Eng. Eucharist) sırasında, kilisede bulunan herkes teker teker sunağa gelir, papazın verdiği ekmekten bir parça yer, şaraptan bir yudum içer. Bu sırada orgcu (veya organist), genellikle doğaçlama müzik çalar. Bach’ın böyle durumlarda 6 sesli bir fügü doğaçtan çalabildiği rivayet edilir. Anna Magdalena Bach’ın anılarında geçiyor: kocasını zamanında canlı dinleme fırsatını elde edenlerden bazıları, üstadın doğaçlamalarının, kağıda döktüğü bestelerinden daha da etkileyici olduğunu söylermiş.(3)


 

     Barok’tan sonra klasik dönem gelir. Klasik denince de akla Haydn ve Mozart gelir. 18. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran bu ustaların zamanında, konçertoların kadanslarının doğaçtan çalındığı, müzisyenler arasında artık yaygın olarak biliniyor. Nedir konçerto? Kabaca; orkestra eşliğinde bir veya birkaç solist tarafından seslendirilen, solistin yetilerini ön plana çıkaran, genellikle 3 bölümlü eser. Barok dönemde doğmuş, klasik dönemde karakteristik özellikleri oturmuştur. Kadans nedir? Kadans; konçertoda, orkestranın eşliğe ara verdiği bir sırada, solistin tüm hünerini sergileyerek icra edeceği, ritmik olarak genelde serbest yapıya sahip bir doğaçlamadır. Solistin burada hem teknik, hem müzikal becerilerini sergilemesi, doğaçlamasını bestecinin konçertoda kullandığı ezgiler esasına dayandırması gerekir. Ne var ki, 19. yüzyıla gelindikçe, bu gelenek yavaş yavaş terk edilmiş, bestecilerin kendi konçertolarında veya başka bestecilerin konçertolarında kullanılmak üzere kadanslar kaleme almaları adet olmuştur. Notaya alınan bu kadanslar bile genellikle serbest yapılarıyla, doğaçlama çalınmış hissini vermeyi amaçlar.


 

     Bugünün bazı solistleri arasında, klasik dönem konçertolarının kadanslarını doğaçlama olarak çalma geleneği yavaş yavaş yeniden yaygınlaşmaya başladı. Mamafih, klasik konservatuvarlarda doğaçlama öğretilmediği için, henüz bu girişimde bulunanların sayısı az. Bunların başında “Harvard Üniversitesi” öğretim üyesi, Amerikalı piyanist Dr. Robert Levin geliyor. Bugün klasik müzikte doğaçlama geleneğinin yeniden gündeme gelmesinde büyük rolü olan ve bu geleneği konserlerinde sürdüren Levin’in bilhassa Mozart’ın eserlerinde doğaçlama üzerine pek çok kitap ve makalesi yayımlanmıştır. Levin’in işaret ettiği üzere, konçertoların yanı sıra, Mozart’ın sonatlarında da doğaçlamanın yeri büyüktür. Röpriz (tekrar) işareti konmuş olan her bölmenin tekrarında, doğaçlama süslemeler yapmak gerekir. Bilhassa ağır bölümlerde bu uygulama önemlidir, ustalık gerektirir. Mozart, henüz bu ustalığa nail olamamış öğrencileri için, bu bölümlerin tekrarlarında yapılabilecek doğaçlamalara örnek teşkil edecek pasajlar yazmıştır.(4) Bu pasajları bugün ayet kabul edip aynen çalmak yerine, bunların ışığında orijinal pasajlar doğaçlanabilir. Eminim bu, büyük ustayı daha çok memnun ederdi.


 

     Klasik dönemi romantik dönem (kabaca 19. yy.) takip eder. Her iki dönemin de en popüler doğaçlama tekniklerinden birisi, “varyasyon”, yani “çeşitleme” idi. Konser sırasında sanatçı, dinleyicilerden birinin spontane olarak önerdiği bir temayı (ezgiyi) alır, önce orijinal haliyle çalar, ardından da üzerine çeşitlemeler doğaçlardı. Bunun dışında konser ve dinletilerde sonat, fantezi gibi diğer formlarda da doğaçlamalar yapılırdı. Bu gelenek 19. yüzyıl sonlarına kadar sürdü. Mozart’ın re minör K.319 ve do minör K.475 fantezileri, muhtemelen notaya aldığı doğaçlamalarıydı, ki, onun bu alandaki yeteneği ve yaklaşımı hakkında fikir vericidirler. Beethoven ve Liszt bu alanda, dinleyenlerini dehşet ve hayranlık içinde baygınlık geçirmeye götürecek kadar olağanüstü örnekler vermişler.


 

     Romantik dönemin başlangıcı ve temeli kabul edilen L. v. Beethoven, büyük bir doğaçlama ustası olmasına rağmen kendi besteleri üzerinde başkalarının doğaçlama yapmasına izin vermezdi, bu konuda ancak bazı hanım piyanistlere karşı hoşgörülü olmuştur.(5) Bu tutum, klasik müzikte doğaçlamanın yavaş yavaş terk edilmesinde önemli rol oynamıştır. Yol gösterici bir kroki olarak serüvenine başlayan nota, Beethoven’ın bestelerinde, harfiyen uyulması gereken detaylı bir talimatname haline geldi. 20. yüzyılın ilk yarısında bu detaylar had safhaya ulaştı. Beethoven’dan Boulez’e giden süreçte, besteciler giderek daha spesifik isteklerle icracının karşısına çıktılar. Notada doğaçlama ile doldurulacak boşluk bırakmadılar. İcracı da ister istemez, artık kendisinden beklenmeyen bir beceriyi, yani doğaçlama yetisini arkada bıraktı; enerjisini tümüyle, yazılanı sadık bir şekilde aktarmaya tahsis etti. Ne eksik, ne fazla: notada yazıldığı gibi. Bu olgu, hayat koşullarının değişmesi sonucu, bir organın işlevini yitirmesi ve küçülüp yok olması gibidir. Evrimleşme sürecinde karaya çıkan balığın solungaçlarını yitirip akciğer geliştirmesini akla getirebiliriz. Önceleri “müzisyen” denince akla, birkaç çalgıyı ustalıkla çalan, beste yapan, müzik dilini konuşan bir insan gelirdi. Besteci ve icracı kimliği tek çatı altında olduğu için, bu insanlar tabii ki doğaçlama yapabiliyorlardı. Bestecilik ve icracılık birbirinden kopuk iki ayrı meslek haline geldikçe, icracılar doğaçlama yetilerini kaybettiler. Dil örneğine dönmek gerekirse, konuşma alışkanlığını yitirdiler. Artık sadece şiir okuyorlar. Şairler yazıyor, hatipler okuyor. Sohbet yok.


 

     Tabii bu, meselenin sadece bir yüzü. Klasik müzikte doğaçlamanın giderek unutulmasının nedenleri hakkında başlı başına bir tez yazılabilir.


 

     Konu doğaçlama olduğunda, romantik dönemi kapamadan önce Liszt’e değinmemek olmaz. Dini ve dünyevi tutkuların adamı, zamanının konser salonlarının yıldızı, piyanoda imkansızı başaran ve önüne konan her notayı ilk bakışta mükemmel çalan bu dahi; eline geçen herhangi bir eseri zaten ancak ilk deşifre edişinde yazıldığı gibi çalardı. İkinci çalışından itibaren, o eseri daha piyanistik, daha zengin hale getirecek eklemeleri spontane olarak yapmaktan çekinmezdi. Bach’ın klavyeli çalgılar için parçaları, Schubert’in marş ve şarkıları ve daha pek çok eser üzerine yazdığı yayınlanmış düzenlemeleri, zamanında bu eserler üzerinde doğaçtan yaptığı değişiklikler hakkında fikir vericidir. Dinleyicilerden gelen temalar üzerine yaptığı doğaçlamaların nasıl duyulmuş olabileceğine örnek olarak da, opera parafrazları gösterilebilir.


 

     Kayıt teknolojisinin Liszt’e yetişememiş ve onun doğaçlamalarını belgeleyememiş olması ne yazık. Ancak onun ekolünden gelen veya etkilenmiş bir sonraki kuşaktan bazı piyanistlerin 20. yüzyılın başlarında yaptığı bazı doğaçlamaların “Welte-Mignon” firması tarafından piyanoyla teknolojisiyle yapılmış kayıtları vardır. Örneğin Isaac Albeniz’in 1903 dolaylarında kaydettiği İspanyol tarzında üç doğaçlaması.


 

     Doğaçlamanın can çekiştiği bir zamanda, bir çağın sona ermeden önce, adeta son bir çırpınış olarak doğurduğu parlak bir incidir Franz Liszt. Klasik Türk musikisinin altın çağı kapanırken ortaya çıkan Tanburi Cemil Bey gibi...


 

     Gelelim kendi müziğimize. İster Osmanlı sarayında Enderun’da büyüyüp gelişen klasik Türk musikisi olsun, ister Anadolu’nun türküsü, ister dini musikimiz; hepsinde doğaçlamanın yeri büyüktür. Bunun nedenlerinden birisi, belki de, notanın kültürümüze geç girmiş olmasıdır. Geleneksel müziğimiz yüzyıllarca kulaktan kulağa, hocadan öğrenciye, meşk yoluyla aktarılmıştır. Dolayısıyla, her yeni kuşak ve her icracı bireysel olarak, ister istemez bestelenen eserlere kendilerinden bir şeyler katmıştır. Batıdaki nota sisteminin ülkemizde kullanılmaya başlamasıyla da bu durum fazla değişmemiştir. Çünkü; müziğimiz melodik süslemeler açısından bilhassa zengindir; bir saz semaisini veya bir karşılamayı, icrada kullanılan bütün süslemeleriyle notaya alacak olursanız, ortaya, okunması güç, karmaşık bir nota çıkar.(6) Bu sebeple, Türk müziğinde nota, continuo veya caz chart’larında olduğu gibi, sadece bir krokidir ve muhtemelen hep öyle kalacaktır. İcracının nota bilmesi yetmez, derin bir stil bilgisi ile notayı pek çok eklemelerle süslemesi gerekir.


 

     Bestelenmiş bir ezgiyi doğaçlama yoluyla süslemenin yanı sıra; müziğimizde “taksim”, “gazel”, “uzun hava”, “bozlak” gibi türler vardır ki, tamamen doğaçlama icra edilirler. Bu türlerle, Batıda doğaçlamanın yaygın olduğu zamanlarda doğmuş türler arasında benzerlikler vardır.


 

     Örneğin, Türk müziğinde fasıla veya herhangi bir dinletiye başlamadan önce, müzisyenlerden birisi bir “açış taksimi” yapar. Yani, az sonra çalınacak olan eserin makamında, enstrümanı üzerinde doğaçlama bir gezinti yapar. Aynı gelenek, Barok dönemde Avrupa’da yaygındı. Bir orgcu veya klavsenci dinletisine başlamadan önce, enstrümanı üzerinde, az sonra çalacağı parçanın tonunda gezinirdi. Bu doğaçlamaya “prelüd” denirdi. Sonradan, prelüdleri doğaçlamak yerine kaleme almak adet olmuştur. Neyse ki Türk müziğinde taksimler halen doğaçlama çalınmaktadır, her ne kadar eskiye göre daha seyrek çalınmakta ve daha kısa tutulmakta olsalar da... Türk müziğinde parça aralarında yapılan ve fasıl heyetinin kimi zaman dem sesi veya usul vurarak eşlik ettiği taksimler de vardır ki, bunları da konçertolardaki kadanslara benzetebiliriz. Birinde makamın seyir özellikleri esas alınır, diğerinde konçertonun ana temaları. İşlev olarak ise aynıdırlar: solistin parça arasında (veya ortasında) doğaçlama yoluyla müzikal ve teknik becerisini sergilemesi.


 

     Türk halk müziğinde “atışma” denilen bir gelenek vardır: İki halk ozanı sazlarıyla karşı karşıya gelir, seçilen bir konu üzerinde doğaçlama şiirler çalıp söyleyerek yarışırlar. Çok zor bir iştir bu. Aynı anda kafiyeli ve hece ölçülü maniler düzüp, bunları saz eşliğinde bestelemek, üstelik de bunu seçilen konuya uygun ve karşı tarafa cevaben yapmak gerekir. Tökezleyen, söyleyecek söz bulamayan kaybeder. Müthiş bir deneyim ve birikim gerektiren bu yarışmaların benzerleri, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da soyluların toplantılarında piyanistler arasında yapılıyordu. Örneğin kral bir tema veriyordu, iki müzisyen de bu tema üzerine kendi doğaçlamasını yapıyordu. Kazananı kral ya da soylular belirliyordu...


 

     Doğaçlama denince akla ilk caz gelir demiştik. Onu belki Hint müziği takip eder, yaygınlık açısından. Tükiye ve diğer Doğu ülkelerinden başka Avrupa, Afrika ve Güney Amerika da geleneksel müzik türlerinde doğaçlamaya yer verir. Kuzey Amerika ise cazdan sonra rock, pop gibi türler türetmiştir. Hepsinde doğaçlamanın belli bir yeri vardır. Bu konuda son yüz yıldır en çok yanlış anlaşılan tür, sanırım, klasik Batı müziğidir. 20. yüzyılda doğaçlama gerektirmeyen eserler yazıldıkça, icracılar bu eserleri notaya sadık kalarak çalmakla yetinmeyip, eski çağların eserlerini de doğaçlamasız çalar olmuşlardır.


 

     Neyse ki son yıllarda bu konuya duyulan ilgi ve hassasiyet artmıştır. İşin aslını bilip öğreten müzik öğretmenleri ve konserlerinde doğaçlamaya yer veren sanatçılar giderek çoğalmaktadır. Bunu yapan piyanistler arasında Robert Levin, Emilio Molina, David Dolan, Gabriela Montero, Jay Gottlieb ve kendimi sayabilirim. Temennim odur ki; geçmişin, konserlere ruh veren, renk katan bu geleneği yeni nesil icracılar tarafından keşfedildikçe ve hayata geçirildikçe, klasik müzik de genç kuşakların gözünde ölü ve sıkıcı bir sanat olmaktan çıksın.


 

     —————————————————————

 

     (1) Notanın doğuşu ve gelişimi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: GROUT, Donald J; PALISCA, Claude V.: A History of Western Music. New York, Norton, 2001.

 

     (2) a.g.e.

 

     (3) MEYNELL, Esther. The Little Chronicle of Anna Magdalena Bach. Garden City, N.Y., Doubleday, Page & Co., 1925.

 

     (4) Konferans:“Improvisation: New Directions in the Study of Musical Improvisation”. Illinois Üniversitesi Urbana-Champagne, IL, ABD. Nisan 2004.

 

     (5) GÜLTEK, Buğra. Piyano: Bir Çalgının Biyografisi. Ankara, Epilog Yayıncılık , 2007.

 

     (6) Macar besteci ve müzikolog Bela Bartok’un Ahmet Adnan Saygun ile beraber yurdumuzda yaptığı türkü derleme çalışmaları sonucu yayınladığı “Turkish Folk Music from Asia Minor” adlı eseri (Princeton University Press, 1976), TRT arşivinden herhangi bir türkü notasıyla karşılaştırıldığında, aradaki dramatik fark kolayca görülecektir.



     Aylık olarak yayınlanan "Andante Dergisi"nin 136. Sayı ile 30.01.2018 tarihinde basılan sayısından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5771367
Online Ziyaretçi Sayısı:34
Bugünlük Ziyaret :1056

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.