31.10.2018 / Burçak Evren - Bir Kült Müzisyenin Filmi: Müslüm


     Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses... Tümünü arabeskin ortak paydasında birleştirsek de, her birinin aynı payda içinde farklı değerlere ve anlamlara sahip olduğu da kaçınılmaz bir gerçektir. Bu ayırım; en basit tanımlamasıyla Orhan Gencebay’ı “kral”, İbrahim Tatlıses’i “imparator” yaparken Müslüm Gürses’i yalnızca “baba”ya indirger... “Kral” ya da “İmparator” ne denli ulaşılmaz olup, ifade etiği onurlandırıcı anlamın dışında kalan yanıyla biraz yabancıysa, “baba” da bir o kadar bizden sayılıp, sıcak bir özdeşleşmeye kucak açar...


 

     Elbette ki sevilenleri tarafından yapılan bu yakıştırmalar ya da adlandırmalar, sözü edilen sanatçıların kitlelere ulaştırdığı, kendilerine özgü ses renkleriyle dile getirdikleri parçaların duygularıyla olduğu kadar, yaşam öykülerinden beslenen hal ve tavırlarıyla -ya da mizaçlarıyla da- ilgilidir.


 

     Türk sinemasının neredeyse resmi türü olan melodramlarla, müzik literatüründe “yabancılaşmanın müziği” olarak bilinen arabesk türü, sanki aynı yumurtanın ikizleri gibidir... İkisinin de beslendiği ya da yoğrulduğu kaynaklarda yaşamın çelme takıp düşürdüklerinin acıları, hüzünleri, kıstırılmışlıkla dışlanmışlıklarının peşlerini bırakmayan bir dizi talihsizlikleri vardır. Bu tür döngünün içinde tutsak olan kahramanlar; içlerindeki onca acıyı önce gözlerinde yaş, sonrasında ise dudaklarında bir çeşit çığlık yapıp türküye dönüştürerek, acılarla yoğurdukları geçmişlerinin üzerine, düşleyemedikleri kadar farklı bir yaşam biçimini inşa ederler. Şarkılarında dile getirdikleriyle, sonrasında yaşam biçimlerinde öne çıkan o yaman çelişki, belki de bir zamanlar ıskaladıklarının, geniş kitlelerle gösterilmek istenen bir başarının, bir ayakta kalabilmenin belki de küskün bir yaşama olan bir baş kaldırmanın bir mesajı gibidir.


 

     Müslüm Gürses’in sanatçı olarak sürdürdüğü yaşam çizgisi, arabeskin kitle kültürü olma yolundaki serüveniyle şaşırtıcı bir benzerlik içerir. İkisi de, zaman içindeki değişim-dönüşümleriyle “arabeskin bir anomali değil, Türkiye’nin modernleşmesindeki mekansal ve simgesel göç ile inşa edilen ve yaşayan popüler kültürün, tarihi bir biçimlenmesi olduğunu” kanıtlar.


 

     Elbette ki Müslüm filmi, bunları anlatmaz. Ya da anlatmaya gerek duymaz. Çünkü filmin öznesi ne arabesk ya da onun bu coğrafyadaki değişim dönüşümü ile oluşturduğu yansıma/etki, ne de Müslüm Baba’nın toplumun çok farklı kesimleriyle aynı koşutlukla kurabildiği o şaşırtıcı ve de kolaylıkla tanımlanamayacak ilişki.


 

     Film bütünüyle bir zamanların bildik, tanıdık, hatta ezberledik “Yeşilçam” melodramlarının güncel estetik, biçim ve tekniğiyle oluşturulmuş yeni bir versiyonu. Üstelik -itiraf etmek gerekirse de- çok başarılı bir versiyonu. Filmde, hem Müslüm Gürses’in acılarla kuşatılmış yaşam öyküsüne, hem de melodramların gereksinim duyduğu tüm ögelere, bu türe ilgi duyanların beklentilerine yanıt verecek bir şekilde sadık kalınmış. Bu bilinçli seçim, filmin tecimsel olarak şansını artırırken, özünü de ıskalamış ama, sonuçta hedefi de on ikiden vurmuş. (Keşke finalde, Gülhane’deki konser ile açık havadaki konserin izleyenlerinde karşılığını bulan çelişkiyle, Müslüm Baba’nın da son yıllardaki değişim dönüşümünün altı çizilseydi. Sanırım o zaman film, tüm ıskalananlarını tümüyle değilse bile biraz affettirebilirdi).


 

     Film kısaca, ne arabeskin içinde yaşadığımız coğrafyadaki değişim dönüşümüyle popüler kültür olma yolundaki yolculuğunu ne de bir değil, birkaç kişinin başına gelecek denli yoğun travmaların kurbanı olmasına karşın ayakta kalmayı başarabilmiş popüler bir kimliğin, o kolay kolay işlenemez iç dünyasını anlatmış. Yalnızca her biri çok başarılı olan oyuncu kadrosu ve de düz ama etkileyici anlatımıyla, bir yaşamın satır başlarından oluşacak bir özeti yansıtmış. Müslüm hayranlarının beklentisi de, bu değil mi?


 

     Yoksa Müslüm Gürses ile Muhterem Nur’un alışılmışın dışındaki, hem önceki, hem de birliktekilerinden sonraki yaşam öyküleri, bırakın bir filmi, birkaç filme kolay kolay sığar mı? Çünkü her ikisi de, Hatısaru’nun dediği gibi “yok artık” dediğimiz her bir şeyi, hayat diye yaşayıp tüketmişler…



     Aydınlık Gazetesi - 31.10.2018, Çarşamba




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5768756
Online Ziyaretçi Sayısı:14
Bugünlük Ziyaret :734

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.