01.06.1990 / Sabahattin Ergin - Afif Tektaş, Bir ‘Büyük İnsan’


     Afif Bey’i tanımaktan duyduğum gurur ve mutluluğa kısa sürede eklenmiş olan hayranlığım giderek artmaktadır. Bunun sebeplerini bir nebze de olsa, açıklamağa çalışmak isterim.


 

     Tarih; milletlerin her alandaki yükseliş veya başarılarında, daima, en önde, tek tek büyük insanların var olduğunu gösteriyor. Başarısızlıklar ve felaketlerin sebebi de, gene, tek tek küçük insanlar olmuştur. Büyük Çin uygarlığını sürdürüp geliştiren Ming’in aksine, halefi, Çin’i dünyadan tecrit edince, amiral Chang Ho’nun kızağa çekilen muhteşem donanmasının çürüyüp yok olması gibi, modern çağ öncesinin bu, büyük uygarlığı da, ağır ağır sönüp gitti. Oysa ki; 11’inci yüzyıl Çin’inde gelişmiş bir matbaacılık ve yoğun kitap basımı, yılda 125.000 tonluk üretimi işleyen bir demir sanayii, kentler, denizaşırı ticaret, pusula, barut, top gibi şaşırtıcı bir teknoloji ve buna paralel büyük bir kültür mevcuttu. Çin kültüründe önemli bir yeri olan müziğin değeri ise, Ming’den en az 1500 yıl önce anlaşılmıştı. Fakat, bir ulus ne kadar büyük olursa olsun, bütün uluslara bedel olamaz ve onlara sırt çeviremezdi. Bir ulusun kültür ve uygarlık düzeyi ne olursa olsun, birçok farklılıklara sahip olmasına karşın diğer uluslardan alacağı veya esinleneceği bazı şeyler mutlaka olacaktır. Dünyamız ulusların bir yarış alanı olmaya devam ettiği sürece de, uluslararası alışverişler sürüp gidecektir. 1948 yılından bu yana kültürel alışverişler zaten evrensel bir boyut kazanmıştır.


 

     Anadolu’ya dayanan Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinin, doğu uygarlıkları ile yakından ilişkileri vardı. Resmi dilleri bile Farsça idi. Daha sonra, Arapça da, ilim dili olarak alınmıştı. 1500 yıllarından itibaren Batı, Doğu uygarlıklarının yerini çok görkemli bir biçimde almağa başladığı halde, bunu fark etmeyip veya önemsemeyip, hala Doğu’ya bakmağa devam edenler Doğu ile birlikte sönmekte ve yok olmakta idiler. “Osmanlı Devleti”, genelde bu gerçeğe uyanmakta sebepler ne olursa olsun, ciddi bir başarı gösteremedi. 19’uncu yüzyılda, bazı aydınların yoğunlaşan çırpınışları; 1908’den itibaren ülkede “Çağdaşlaştıran Önderliğin Sağlamlaştırılması” ve 1923’te “Ekonomik ve Sosyal Dönüşüm”ün başlamasına olanak sağladı. Çağdaş bir ulus olarak yaşayabilmek için, 1908’den itibaren, öncelikle, Batı’ya bakmak lüzumuna inanan Türk ulusu, 1923’den itibaren hızla gelişiyor, kalkınıyor ve yeniden büyük bir itibara sahip oluyordu. Bu itibar, Atatürk’ün önderliğinde, Türk ulusunun kısa sürede çağdaşlaşmayı başaracağına dair, dünyaya vermiş olduğu kanaatten kaynaklanıyordu. Zira; modern çağda, itibarın ön şartı çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı ve seçkin bir ulusu olabilmekti. Bu da, ancak, ulusal bir kültüre dayanmakla mümkündü. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” özdeyişiyle Atatürk, bu evrensel gerçeğin altını çizmişti. Ulusal kültür, sadece gerçek bir millet olmanın değil, evrensel olmanın da temel şartı idi. 1948’den beri, insanlıkça benimsenen evrensel ilkeler arasında, “Herkesin güzel sanatları tatması” ve 1966’dan beri “Her ulusun kendine özgü kültür değerlerini geliştirmesi ve uluslararası kültürel işbirliklerinin, bütün uluslar için bir ‘Hak’ ve ‘Ödev’ sayıldığı” bir dünyada yaşıyoruz. Modern çağın, dinamik niteliğe sahip bütün kurumları gibi, kültürümüzün de hızla gelişmesi, ulusallaşması, zararlı yabancı unsurlardan arınması, zenginleşmesi ve kısaca çağdaşlaşması zorunlu idi. Zira, çağdaşlık zorlayıcı idi ve aslında, geleneksel kurumların çağdaş işlevlere süreki uyarlanması idi. Bu uyarlanma taklitçilikle değil, ancak, özgün yaratıcılıkla başarılabilecek bir süreçti. Bu süreci yakalamakta, gelişmiş kurumları tanımak, onlardan esinlenmek ve güdülenmek, hem doğal hem de zorunlu idi. Batı müziği de Batı Avrupa’daki ulusların, özellikle İtalya, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerin birbirlerini, karşılıklı olarak etkilemeleri ve güdülemeleri yolu ile gelişmişti. Bu ülkeler, müzikte, birçok ortak teknik, yöntem ve çalgıları kullanıyorlardı. Buna rağmen müzikleri, giderek, daha özgün hale geliyordu. Müzikteki bu gibi ortaklıklar, yüzyılımızda milli ekollerin doğmasına da engel teşkil etmedi. Hatta, bu ülkeler, Andreas Werckmeister (1645-1706) tarafından keşfedilen “Eşit Perde” veya “Tamperaman”a dayanan müzik sistemini oluşturan “Majör” ve “Minör” tonları, kısa süre sonra, bir sınırdan diğerine uzanan örnekleriyle kullanan Bach gibi, Almanya dışında, diğer ülkelerin besteci ve müzikçileri de, aynen, kullandılar. Fakat, gene, ülkelerin müzikleri kendi özgünlüklerinden pek bir şey kaybetmedi.


 

     Bütün bu tarihi gerçeklere vakıf olan sayın Afif Tektaş, ulusal müzik kültürümüzü geliştirmeği, ulusal müziğimizin gelişmesi için şart saydı. Tarihin onayladığı bu görüşe karşı çıkmak, çok abes olur. Fakat, tarihi tekamül hususunda sağlam bir bilince sahip, gerçek bir aydın, kendine düşeni azimle ve cesaretle yapacaktı. Afif Bey, 1946 yılında, Cemal Reşit, Nadir Nadi Beyler gibi dostlarıyla birlikte, ülkemizdeki ilk “Filarmoni Derneği”ni kurdu. Dernek; adının da açıkladığı gibi “Müzik Konserleri Derneği” idi. Türk müzikçilerine, Türk aydınına ve vatandaşına, çağdaş ülkelerin en güzel müzik ürünlerini tanıtmak ve tattırmak, derneğin temel amacı idi. Bu, çok büyük bir hizmetti ve büyük insanların harcı idi. Nitekim, sekiz yıl sonra, Ankara’da da bir eşi kuruldu. Onun da amacı “Müzik kültürünün Atatürk devrimlerine paralel olarak bütün Türkiye’ye yayılması” idi. Konunun önemi giderek daha iyi anlaşılmağa başlayınca, “Bakanlar Kurulu” 1958 yılında, bu derneği “Kamu Yararına” saymış ve adı da “Ankara Filarmoni Derneği”ne dönüştürülmüştür. Yurtiçi konserlerin yanı sıra ünlü yabancı sanatçılara konserler verdirmek, yetenekli gençlere müzik eğitimi için burslar sağlamak, bestecilere eserler yazdırmak, müzikle ilgili dergiler çıkarmak ve yayınlar yapmak ve bütün bunları yorulmadan, usanmadan ve de daima artan bir haz ve heyecanla başarmak, bir meydan savaşı kazanmak kadar güçtür ve sadece dile kolaydır. Çağdaş toplumların; müzik toplumlarına dönüştükleri 18’inci yüzyıldan beri, müziğin çağdaş işlevlerini kavrayamayan uluslara “Barbar Toplumlar” olarak baktıklarını hatırlarsak, Afif Tektaş’ın müzik alanındaki girişimlerinin milli onurumuzu korumakta ne kadar kutsal bir değeri olduğu kolayca anlaşılabilir.


 

     Afif Tektaş’ın girişimi; hiçbir tür müziğe ne karşı olmuş ne de zarar vermiştir. O, en gelişmiş sayılan müziklerin herkesçe tanınması ve onlardan ilhamlar alınmasını istemiştir. Bu, her tür müzikçi için kesin bir ihtiyaötı ve dünya müzik evrenine ulusça açılmaktı. Unutmayalım ki; içine kapanık milletlerin her kurumu gibi, müzikleri de ilkel kalmıştır. Dünya kültürünü dikey ve yatay olarak tanıyanlar ile uluslararası hak ve görevlerimizi bilenlerin sayıları arttıkça, Afif Tektaş ve arkadaşlarına olan saygı ve hayranlıkları da artacaktır.


 

     Afif Tektaş, müzik kültürümüzün geliştirilmesine yönelik hizmetlerinin aksaksız devamlılığı için, sürekli bir maddi destek kaynağı olarak gerekli gördüğü “Filarmoni Vakfı”nı da kurmağı başarmıştır. Fakat kendisi, ne yazık ki çok olgun ve verimli bir çağın, bana göre henüz eşiğinde iken, aramızdan ayrıldı ve ebediyete göçtü.


 

     Afif Beyi, sayın Mükerrem Berk Bey ile birlikteki son görüşümü ve oldukça uzun süren sohbetimizi hiç unutmuyorum. O gün, kendilerini zevkle dinlerken, daha önce müzik alanındaki hizmetleri adeta unutmuş ve işe yeniden başlıyormuş gibi bir duygu ve heyecan içinde idi. Daha sonra bana göndermek lütfunda bulunduğu mektubunu da aynı heyecanla kaleme almıştı ve onu hala, çok değerli bir emanet olarak muhafaza ediyorum.



     Büyük insan ve kültür kahramanımız olan sayın Afif Tektaş’ın aziz hatırasını en derin saygıyla anıyor ve nur içinde yatmasını niyaz  ediyorum.


      _______________________________ 

 

    Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Müzik Dergisi”nin 29. Yıl, 202. sayı ile Haziran 1990 tarihinde basılan sayısının 2-7. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5767237
Online Ziyaretçi Sayısı:18
Bugünlük Ziyaret :1565

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.