01.03.2020 / İhsan Toksöz - Fazıl Tütüner’in ‘Arkadaşız Biz’ Öykülerinde Mersin ve Mersinliler


     Aile anılarını derlediği ilk kitabı “Mersin’de Çocukluğum ve Giritli Tütüncüzade Fazıl Bey” ile ilk kez okurlarla buluşan Fazıl Tütüner, Mersin’e gelen mübadil bir ailenin öyküsünü sunmuştu bizlere. Güzel ve özgün bir anlatı dili ile yazılan ve kent kültür dağarcığına büyük bir katkı sunan bu kitabıyla “sırada daha neler var, bekleyiniz!” diyordu adeta.


 

     “Daha neler olduğunu” editörü olan ben biliyordum. Ve yeni kitabı hazırlanırken Tütüner kadar ben de heyecanlandım doğrusu. Bu kez zor bir edebi tür olan öykücülüğü seçmişti ikinci kitabı için. Bu öykülerin ilk örneklerini “AKOB Dergi” ve “İçel Sanat Kulübü Bülteni”nde zaman zaman okuduk. Buzdağının üstünde güneşle buluşan, yeni bir öykücüyü muştulayan bu öyküler diptekilerin ilk örnekleriydi.


 

     Kitabının arka sayfasında yazdığım kısa not özetliyor düşüncelerimi:


 

     “Duyarlı, tutarlı ve kararlı bir yazar Fazıl Tütüner. İnsanı tanıyan, yaşama kollarını açan, biriktirdiklerini paylaşan, verdiği mesajları önemseyen, olumsuzluklara anlam yükleyen, güzellikleri algılama reçeteleri sunan, daha uygar bir dünya için uğraşan, egosuna yenik düşmeyen bir yazar… Tütüner bu ilk öykü kitabı ile övgüyü hak ediyor. Okuru içine alan farklı anlatım dili ile Türk öykücülüğünde özgün bir yer hedefliyor.”


 

     Evet, duyarlı ve tutarlı bir yazar Tütüner. Çevre sorunlarına duyarlı, savaşın yok ediciliğine, getirdiği insani felaketlere tepkili, kaygılı…


 

     “Göçün tek nedeni savaş değil. Yeryüzü kuruyor. Çöller genişliyor, su çekiliyor diplere; susuzluktan ve kavgadan kaçıyor topluluklar sulak ve savaşsız yerlere. Yeni vatan bulmak istiyorlar. Gemiler batıyor binlerce sığınmacı içinde. Yüz milyonlarcalar artık. İçilebilecek su azalıyor, tarıma su yok. Peki yarın? Bol çocuk yapın diyenler var. Dizilmiş ölü bebek bedenleri sarkıyor gökten, rahatsız uykularında insanların. Bombalardan, yakılan ormanlardan, kuruyan derelerden kurtulan kuşlar da vatansız artık.”


 

     Ülkesini sorguluyor:


 

     “Uygar mıyız ?” sorusunu soruyor adam kendine. “Her ay 40 kadının öldürüldüğü ülke uygar mıdır?”


 

     Göçmenlik ailenin yazgısı üç nesil önceden. Göçmenleri anlıyor:


 

     “Vatan nedir, vatansız olmak nedir biliyor. Dinlemiş çocukken dedesinden, ninesinden. Vatan arayan vatansızları görüyor sabah, akşam, balkonunun altından geçen, alanda oyalanan. Tek sözcük yok paylaşabildiği.”


 

     İlk kitabıyla aile anıları ve arşivlerinden yararlanan yazar “Arkadaşız Biz” öykü kitabında da mekan olarak genelde Mersin’i seçiyor. Bu çok doğal çünkü Fazıl Tütüner içinde yaşadığı kenti ve çevresiyle içiçe bir yazar. Bölge tarihini ve arkeolojisini içselleştirmiş, içinde yaşadığı çevreyi ve doğasını, insanlarını tanıyor. Öykülerinin örgüsünü buna göre kurgulaması doğru bir seçim bu yüzden.Ancak bu, öykülerinin sadece yerel tatları içerdiği anlamına gelmiyor tabii. Yereli evrensele taşıyan, evrensel ile yereli bütünleştiren öyküler bunlar. İşte bu yüzden sıcakkanlı bir öykü kitabı “Arkadaşız Biz!” İşte bu yüzden önemsenmeli, alkışlanmalı.


 

     Kuruluş tarihi ancak 200 yıl kadar öncesine giden yeni bir kent Mersin. Ama kentin içinde kalan “Yumuktepe” höyüğü 9000 yıllık bir yaşamın izlerini taşıyor. Batısındaki “Soloi Höyük”te yapılan kazılar yörenin ikinci binden beri önemli bir liman yerleşimi olduğunu gösteriyor. Üzerinde kurulduğu “Zephyrium” antik kenti bulguları MÖ 5. yüzyıla kadar gidiyor. Roma ve Bizans dönemlerinde “Elaiusse Sebaste”, “Kanitellis - Kanlıdivane”, “Korykos”, “Alahan…” binlerce yıldır burada yaşayan insanların kültürlerini zamanımıza miras bıraktığı yerler. Yüzlerce küçük antik yerleşim yeri daha yerden fışkırıverecek kazı yapılsa! Tapınaklar, kiliseler, anıtsal mezarlar, kaya kabartmaları, heykeller, sütunlar…


 

     Kentin arkeolojik zenginliğinin öykülerde yer almaması tuhaf olurdu doğrusu. Tütüner bunu ıska geçemezdi, geçmedi. Öykülerinin içine dokudu Kilikya’nın değerlerini. Ancak mekansal kurgulamada gizler var. Doğrudan yöre, mekan ismi vermiyor yazar. Bölgeyi, kenti bilen okurlarına bırakıyor mekanı tanımayı. Benim kendimce tanımladığım yörelerden birkaç örnek verelim:


 

     “Denizden 1000 metre yukarıdaki 2300 yıllık sarnıçlar, zeytinyağı işlikleri, agorasıyla antik kent var.” (= Cambazlı).


 

     “Kalıntıları iki bin yıla direnmiş, ıssız kıyı kentini insanlar pek bilmez. Oysa zamanında kıtalar ve kültürler arasındaki denizin önemli, görkemli, liman kentlerinden birisi idi. İnsanlar günümüzde arabalarından inmeden; köpüklü dalgaları, ince kumlu kumsalı, tapınakları, güneşin doğuşunu seyretmeden; kuşları, dalgaları dinlemeden, hızla geçip gidiyorlar buradan. Kıyıdan yukarı tepelere doğru tırmanılan, denize yukarıdan bakılan yamaçlarda; harap tapınaklar, kapıları yok olmuş anıtmezarlar, çatlak duvarı henüz yıkılmamış yönetim binaları ve kemerler, içinde ilerledikçe bitmiş sanılan bir zamanın içine çekiyorlar ziyaretçiyi.” (= Elaiussa Sebaste)


 

     “Portakal bahçesinden başka, şehrin iş merkezinde, içinde yaşadığı bir de eski Rum evi kaldı kendisine. Bin dokuz yüzlü yılların başında yapılmış evin içinde doğdu, o evde yetişti. Annesini ve babasını yitirdikten sonra tek yaşadı evde.” (=Tütünerler konağı)


 

     “Dönercinin, biracının, bir bölümüne masalar yerleştirdiği sokağa girdi. Diğer sokaklardan farklı olarak, iki büyük taş yontunun sokağının ortasına dikildiği, yüksek yapıların arasında kalmış, iki katlı, çatısı kiremitle kaplı, çevrede tek kalmış, iki ağacın gölgesindeki bahçesine masaların yerleştirildiği, onarılmış eski evi gördü.” (= İçel Sanat Kulübü)


 

     “Ahşaptan adam yontusunun önüne yerleştirilmiş kürsüde yapılan konuşmadan, yerli veya yabancı sanatçıları kentlerine çağıran gönüllü topluluğun, başkentin müzik okulunun kırk öğrencisini ve öğretmenini ağırlıyor olduğunu dinledi. İki ayrı akşam, iki şarkılı oyunu, görkemli kültür evinin sahnesinde oynayacaklardı.” (= AKOB)


 

     “Kentin övünç kaynaklarından olan görkemli kültür evi ve tarihi üzerine, emekli iç mimar arkadaşı tarafından yazılmış, birlikte getirdiği kitabı armağan etti.” (= “Halkevi” ve Semihi Vural)


 

     Semihi Vural’ı tanımlamışken bir öykünün içinde, kitaptaki tanıdıklara da bir göz atalım isterseniz.


 

     İçinde yaşadığı kentin somut ve soyut kültürel gelişiminin -ya da yozlaşan, yitirilen değerlerinin- son 30-40 senesini bizzat deneyimlemiş ve bu süreç içinde özellikle kentin kültür sanat yaşamına gönüllü olarak hizmet vermiş bir kişi olarak Tütüner’in kent insanları hakkında da anlatacakları olacaktı tabii.


 

     İnsanlar… Mersinli insanlar da girecekti öykülere. Anısal çağrışımlar, simgesel imgelemler, kahramanlar, topluluk içinde figüranlar olarak birçok kişiden bahsedilmekte kitapta. Yaşamının büyük bir bölümünü sosyal ve sanatsal gönüllü çalışmalarıyla Mersin’e adamış, birçok kültür ve sanat insanıyla birlikte çalışmış ve dostluklar kurmuş bir kişi olarak Tütüner, “insan biriktirmiş” süreç içinde. Ehh, böylece kahramanlarına ve figüranlara tanıdıklarının isimlerini vermek de bir ahde vefa olabilirdi tabii.


 

     Öyle de yaptı Tütüner. Öykülerinde bazen ismiyle ve mesleğiyle bazen de belirgin özellikleriyle tanıdıklarını aralara serpiştiriverdi. Kitapta adı geçenler, betimlemelerden kendilerini tanıyanlar “Ne güzel Tütüner’in öykü kitabında ben de varım” diyeceklerdi böylece!


 

     Kitabı okuduğunuzda, akıcı dil içinde satırlar arasındaki bazı kişileri muhtemelen pek fark etmeden geçivereceksiniz. Ben burada size bazı ipuçları vereyim isterseniz:


 

     Kitapta adı sanıyla anılan tek bir kişi var: Kentimizde yaşayan bestecimiz Selman Ada, operası “Ali Baba ve 40 Haramiler” ile bir öykünün içinde yer alıyor. Eserin “Mersin Kültür Merkezi”nde sahnelendiği dönemin “Mersin Devlet Opera ve Balesi” müdiresi olan Aslı Hanım (Aslı Utku Engin) ile şef Lorenzo da (Lorenzo Coladonato) aynı öyküde. Bunun dışında öyküye giren Mersinlileri tanımayı da yine okurlara bırakıyor. Yine alıntı örneklemelerle bazılarından bahsedelim:


 

     Besteci Nevit (Kodallı), Ressam Doğan (Akça), Nevit Kodallı ayrıca bir öyküye de isim zikredilmeden konu oluyor. “Besteci” öyküsü onun üzerine kurgulanmış bence.


 

     “Kütüphane yok milyonluk şehirde. Kütüphane bağışlamak istedi tanınmış yazar, ilgilenmedi kent.” (Özdemir İnce)


 

     “Havuç tatlısı aldı ünlü dondurmacıdan iki kilo.” (=Dondurmacı Halil)..


 

     “Kışları kestane, yazları mısır satan kadın…” (Ortodoks Kilisesi’nin önündeki seyyar satıcı)


 

     “Sanki yüzyıl öncesinden kalma küçük yüzlü papyonlu bir adam…” (Tütüner kendisini de koymuş öyküye).


 

     Ne dediniz? Efendim… Haa, benim öykülerde olup olmadığımı soruyorsunuz? Varım tabii. Kambersiz düğün olur mu? Bir arkeologdan bahsediliyor bir yerde. “Ayakkabıları dantelli” olan. İşte ben oyum. Ehh, Fazıl’ın öykülerine ben de girdim ya artık gam yemem!


 

     Girit mübadilleri var öykülerde:


 

     “Zeytinli ekmeklerini, üzümlü çöreklerini, otlu yemeklerini satıyorlardı.”


 

     Türkmenler var:


 

     “Çevre köylüleri ürettikleri zeytinyağları, turşuları, bitki özlerini, sebzeleri sermişlerdi.”


 

     Kenger kahvesi, kavrulmuş, sıcak karpuz çekirdeği, kurutulmuş portakal çiçekli çay var…


 

     Antik kentteki bir festivalde antik reçetelere göre üretilmiş yemekler, tatlılar da girmiş kitaba:


 

     “Büyük çanaklarda sarımsaklı peynir, zeytin mezesi, kimyon soslu balık köftesi, Vitellius usulü bezelye, Kykeon bulamaç, armut patinası, Delos tatlısı gibi antik yemekler, mezeler, tatlılar alıcılarını bekliyordu.”


 

     Ya Mersin’in doğası? Mersin’in eşsiz florası ve faunasından bazı örnekler de öykülerin içine fon olarak serpiştirilivermiş kitapta. Palmiyeler, portakal, zeytin, avokado, harnup, incir, yenidünya, cennet meyvesi ağaçları, mimoza, dikenli incir, defne, zakkum, taze dağ kekikleri, reyhan, lavanta, ıtırlar; konsolos çiçekleri, hanım elleri, yaseminler, fuller bir yanda; martılar, balıklar, Arap bülbülleri öte yanda… Öykülerin dokusunun içine o denli güzel gizlenmiş, bir ressam duyarlığıyla kent ve yöre peysajı o kadar güzel resmedilmiş ki, bu ögeler birçok yerde bulunmasına rağmen Mersin’de ve bölgede yaşayanlar öykülerin örgüsünün Çukurova’yı simgelediğini hemen anlayıveriyorlar.


 

     Nereye dönsen yeni bir renk cümbüşü! Nasıl sırt çevirebilir bu güzelim kaleydoskopa bir yazar? İşte Mersin, insanı böyle yazar yapar.


 

     Ve son olarak kararlı ve takipçi Fazıl Tütüner’i görüyoruz bir öykünün içinde. Hiç vazgeçmiyor doğruları hatırlatmaktan ve takip etmekten.


 

     “Kızdığım yok, alındığım yok. Tek anlaşamadığımız, bunca yıl içinde, kültür merkezine konser piyanosu almamanız oldu. Piyanosuz kültür merkezi olmaz diyorum, anlatamıyorum!”


 

     Yılan hikayesi olan piyano alımı bu vesileyle ilgililere kalıcı bir talep ve sorgulama cümlesiyle tekrar hatırlatılır!


 

     Kalemine sağlık Fazıl Tütüner!



     Mersin Deniz Ticareti Dergisi’nden alınmıştır. - 01.03.2020, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5768438
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :665

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.