İlyas Salman - Bir Halk Soytarısının Anıları

     Bugün hangi konuda zırvalayacağım diye kafamı kurcalarken, bir telefon geldi. Gazi Mahallesi’nde öğretmenlik yapan bazen adı batasıca diye takıldığım (Adı Osman. Bizim Alevi milleti, hangi akla hizmetse bilinmez, Ömer, Osman, Bekir, Ramazan adını sevmezler ve çocuklarına bu isimleri vermezler. Halbuki Aşık Mahzuni’nin deyimiyle “Ne Ali’ler gördüm Osman çıktılar.”)

     Telefon Osman Hoca’dandı. Beni okulda sahnelediği bir oyunu izlemem için “Dormen Tiyatrosu”na davet ediyordu. Ben ki, yıllardır ilk mesleğim olduğu halde, mesleki kıskançlıktan dolayı tiyatroya gitmiyorum. Ola ki sevdiğim bir rolü benden daha iyi oynayan, yorumlayan bir aktörle karşılaşırım diye. Ama bu davet üzerine inanın çok heyecanlandım. Düşünsenize, küçücük okul çocuklarının pır pır yürekleriyle hayat verdikleri bir oyunu izleyeceğim.

     Bu davet üzerine feleğim şaştı. Oyun saatine kadar nasıl sabredeceğim? Düşünün bir kez, içi oyunculuk hayaliyle dolu, alkış, şöhret, para, güzel kadınlar ve yakışıklı delikanlılar düşleyen onlarca küçük aktör. (Aktör kelimesi cinsiyet içermez. Kadın ya da erkek fark etmez, her iki cins oyuncunun da bilimsel adı literatürde aktördür.)

     Akşamı zor ettim. Ben ki araba kullanmayı çok severim. Çünkü hayatım boyunca hep yönetildim. Çocuktum babam yönetti, okula gittim öğretmen, askere gittim komutan, tiyatro-sinema yaptım rejisör yönetti. Bir tek araba kullanırken bir olguyu yönetmenin hazzını alıyorum. Araba kullanmaya bu kadar teşne olmama karşın, bu heyecanla araba kullanamayacağımı anladım. Çünkü şu anki yürek darabanıyla bir yere toslayabilirim düşüncesiyle Osman Hoca’ya dedim ki, “Hocam sen bana bir araba ayarla öyle geleyim. Taksiye binmek istemiyorum çünkü bazen taksici muhabbeti çekilmez oluyor. Yolda güzel güzel giderken nereden aklına gelir bilinmez, ‘Müjde Ar’la yattın mı abi?’ diye zıpçıktı bir sual ile karşılaşabilirsin” dedim. Osman, “olur abi” dedi.

     Neyse girişi yeteri kadar uzattık. Gelişme bölümüne geçelim. Osman Hoca arabası olan bir öğretmen arkadaşını ayarlamış, gelip aldı beni. Buraya dikkat! Araba sahibi öğretmene rastlamak zor iştir. Yolda sordum: “Arabayı nasıl aldın?” Cevapladı: “Öğretmen maaşı ile. Abi eşim de öğretmen. Benim maaşı arabanın kredisine veriyorum, eşimin maaşıyla da kıt kanaat geçinmeye çalışıyoruz.”

     Neyse geldik tiyatroya. Önce adı batasıca Osman Hoca’yla öpüş koklaş, nasılsın iyi misin muhabbeti. Bu fasıl bitti. Osman Hoca, “Piyeste oynayacak çocuklar büyük heyecanla seni bekliyorlar” dedi.

     Çocukların soyunup giyindikleri kulise girdik. Kırka yakın çocuk beni görünce zaten hat safhaya çıkmış olan heyecanları bir kat daha arttı. Öyle ya şimdi moruklamış ama zamanında aynı rahle-i tedrisattan geçmiş, yani tiyatroya aynı heyecanla başlamış bir komik adam var karşılarında.

     Kendi çocukluğumu kucaklar gibi kucakladım hepsini. Öpüşüp kucaklaşma sonrası geçmişime doğru uzun bir yolculuğa çıktım. Malatya’nın en yoksul mahallesi Taştepe’ye kadar uzandım. Melek Baba İlkokulu’na 12. yaşıma geldim kaldım orada.

     Okul binası yok. Teneke barakalarda okuyoruz. Amerika’nın nedenini sonradan anlayacağım gerekçelerle gönderdiği süt tozu, bir acayip yağ ve kokmuş peynirlerini yiyoruz.

     Ben sınıftayım, sınıfın en geveze öğrencisi olduğum için Hasan Doğan öğretmenimiz beni cezalandırmak amacı ile en arka sıraya oturtmuş. Ders dinlemeye çalışıyorum. Başka bir öğretmen giriyor içeri ve şöyle diyor:

     – Çocuklar bu sene okulda bir piyes oynayacağız. Adı Öksüz Memet. Öksüz Memet, yoksulluklar içinde okumaya çalışan bir öğrencinin hikayesi. Oyundaki diğer bütün rolleri oynayacak arkadaşları seçtim. Ama kafamda canlandırdığım Öksüz Memet’e benzeyen birini diğer sınıflarda bulamadım. Bir de sizin sınıfa bakayım dedim.

     Bunları söylerken bir yandan da gözleriyle sınıfı panoramik bir biçimde tarıyor. Bir Öksüz Memet bulabilirim diye.

     Ben en arkada oturduğum ve sınıfın en kısa boylusu olduğum için beni göremedi. Hepiniz ayağa kalkın dedi. Kalktık. Ama en arka sırada ve en kısayım. Ayağa kalkınca boyum uzayacak değil ya? Ayak parmaklarım üzerinde yükselmeye çalışıyorum nafile. Bunun üzerine “Herkes sırayla yanımdan geçsin.” dedi. Dizildik geçiyoruz. Hepimiz en iyi rolümüzü bu geçiş sırasında oynadık. Boru mu? İşin içerisinde piyeste başrol oynamak var.

     Sondan üçüncü mü dördüncü mü geçiyorum, şu an bu ayrıntı aklımda değil, seçici öğretmen beni görünce, “Bir dakika sen dur” dedi.

     Düşünün bir kez, tepesine yukarıdan ilahi bir yumruk inmiş de yarısı yere girmiş kısacık, bir deri bir kemik Hamal Vahap’ın oğlu Ellez var karşısında. Beni tepeden tırnağa süzdü, “Tamam malı buldum” dedi. O anki duygularımı hiçbir sözcükle anlatamam. O duyguların tanımı hiçbir ülkenin edebiyatında yok.

     Bugün “Dormen Tiyatrosu”ndaki bütün küçük aktörler, kızlı-oğlanlı hepsi elli yıl öncesinin hamal oğlu Ellez’iydi. Tiyatronun fuayesine geçtim, bir koltuğa çöktüm, oyun başlayana kadar içimdeki elli yıllık yolculuğu izledim.

     Sevgili şairimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil’in eşi Azime Abla, “Acılara Tutunmak” isimli kitabının önsözünün son cümlesinde şöyle demişti:

     “Artık dokunmasalar da ağlayacağım.”

     Ve dedim ki kendi kendime, oğlum Ellez kendine iyi bak. Sarayın dalkavukları değil halkın soytarıları zor yetişiyor.

     Türk Solu Dergisi – 21.06.2010, Pazartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5763244
Online Ziyaretçi Sayısı:19
Bugünlük Ziyaret :1497

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.