Umur Yalım - ...Ve Ömrümüzün En Güzel Günleri (24)

     “Merhaba Sağdıç, nasılsın? Evimi terkedip, bir pilakçıya taşınmak istiyorum. Ve bütün pilaklara Kemal’in, Elvis, Zeki ve Lale’nin sesini doldurup, sabah akşam dinlemek istiyorum. “Lale” derken, çiçek Lale. Bir çiçeğin, bir Lale’nin sesi nasıl olabilir acaba? Kaydedince, hepimiz öğreniriz artık. Velhasıl, konuşmamız gerek...”

     “Çiçek ‘Lale’ öyle mi?”

     “Evet, Sağdıç.”

     “O zaman, neden çiçek laleyi ‘Lale’ diye büyük harfle yazıyorsun?”

     “Sevdiğimden beri Lale’yi, bütün laleler ‘Lale’ artık...”

     “Boşver artık beee şu kızı! Artık kıza değil, sana sinirlenmeye başlıyorum. Yeter yahuuu!”

     “Biliyorum ancak ne yapayım? Neyse, devam edeyim ben: Evimi terkedip bir pilakçıya taşınmak istiyorum. Ve bütün pilaklara Kemal’in, Elvis, Zeki ve Lale’nin sesini doldurup, sabah akşam dinlemek istiyorum. Ne kendime, ne de başkalarına dayanma gücüm kalmadı artık. Başkaları derken, seni Sağdıç ve sizi Suphi Bey, bir yana ayırırım. Siz çünkü başkaları değilsiniz artık benim için. Tıpkı; Kemal, Elvis, Zeki ve Lale’nin başkası olmadığı gibi.”

     “Kemal’imizin, Elvis ve Zeki Müren’in seslerinin ne olduğunu biliyoruz, ancak, Sağdıç Bey’in de dediği gibi, lalenin sesini nasıl kaydedeceksiniz?”

     “Sanırım, Suphi Bey, Lale’nin bana çektirdikleri için, bütün laleler benden özür dileyeceklerdir ve bu özrün bir sesi kesin olmalı. Benden özür dilerken laleler, kesin bir ses çıkartacaklardır. Bu sesi kaydedeceğim ben de.”

     “İlginç özünde. İlk ben dinlemek isterim.”

     “Seve seve...”

     “Sonra?”

     “Ne sonrası?”

     “Sonra ne yapacaksın? Bu pilakçıda ne yapacaksın?”

     “Yaşayacağım elbet. Tıpkı, Şinciku’daki sefil pilakçı gibi.”

     “O ne, yahu?!?”

     “Düşümde gördüğüm yüzü olmayan herifin okuduğu, İmkansızın Şarkısı kitabında geçen bir yer adı. Vatanebe’nin çalıştığı yer...”

     “Vatanebe de kim?”

     “Kitaptaki baş kahraman.”

     “Haruki Murakami’nin yazdığı değil mi?”

     “Evet. Düşümdeki yüzü olmayan herif, sağ elinde tutuyordu bu kitabı.”

     “Bu arada, bir şeyi belirtmek isterim.”

     “Buyrun, Suphi Bey?”

     “Düşünüzdeki o yüzü olmayan adam...”

     “Evet..?”

     “Sizsiniz.”

     “Ne?”

     “Evet. Düş tabirlerine göre öyle. Biri, düşünde, yüzü olmayan bir adam görürse, o yüzü olmayan kişi kendisidir.”

     “Neden ki?”

     “Çünkü, insan, düşünde kendisiyle karşılaşmaya dayanamaz; bunu kaldıramaz. Çünkü, düş dünyasında, gerçekliği kaldıramaz insan. Böyle bir şeydi sanırım.”

     “Bir de, insanın kendiyle sorunları varsa, göremezmiş yüzünü düşünde. Yüzleşmemek için kendisiyle.”

     “Valla, cuk oturuyor bana.”

     “O denli de cuk oturmuyor, harcama kendini hemeninden.”

     “Valla oturuyor cuk, billa oturuyor cuk... Düş de, bunun göstergesi işte. Kendi gerçeklerimle yüzleşemiyorum. Belkiyse, Holdın ya da Vatanebe gibi olmak istiyorumdur. Onlar gibi dik ve müdanasız. Yüzü olmayan herif olan ben de, bundandır ki, Çavdar Tarlasında Çocukları ve İmkansızın Şarkısı’nı okuyordur. Değil mi?”

     “Bilemeyeceğim.”

     “Ben de...”

     “Bence, öyle... ‘Yanıtını bildiğim, ancak yanıtlamak istemediğim bazı şeyler var’ demek ki. Acaba?”

     “Yok. Yine Lale Male deme bize.”

     “Diyecektim, ancak başka türlü. Holdın ve Vatanebe de aşk konusunda şanssız. Sevdikleri kızlar, Onları sevmeye cesaret edemiyorlar. Çünkü Holdın da, Vatanebe de kendilerine özgü adamlar ve kızlar, onları, nasıl seveceklerini bilmiyorlar.”

     “Neden?”

     “Çünkü, Sağdıç, kendilerine özgü adamlar oldukları için bu Holdın ve Vatanebe... Ve kızlar severken çevrelerine göre hareket ettiklerinden, yani; çevrelerindeki kızlar nasıl herifleri seviyorlarsa, onlar da, o tür herifleri sevdiklerinden ve çevrelerinde de Holdın’la Vatanebe gibisi olmadığından, Holdın ve Vatanebe gibi adamları nasıl seveceklerini bilemiyor bu kızlar. Ve Holdın’la Vatanebe de sevilemiyorlar dolayısıyle...”

     “Sen de, bu duruma uyuyorsun yani?”

     “Evet. En azından, öyle hissediyorum. Bu da, önemli değil midir?”

     “Öyledir.”

     “Ve bunu bildiğim halde, yanıtlayamıyorum, çünkü yadsıyorum durumu. Holdın gibi ya da Vatanebe gibi, ben de, sevilemeyeceğim hiçbir zaman. Buna karşın, hala sevilmeyi bekliyorum ve de düşümde, öyle yüzü olmayan herifler halinde görüyorum kendimi.”

     “İşte bu kez cuk oturdu.”

     “Sağolun, Suphi Bey.”

     “Bu dediklerinden, çok güzel roman olur.”

     “Ciddi mi; adı ne olur?”

     “...Ve Sevilemeyenler...”

     “Güzel ad.”

     “Bu da, cuk oturdu.”

     “Evet.”

     “Şinciku’daki sefil pilakçı... Neydi bu?”

     “Vatanebe’nin çalıştığı yer. Vatanebe, bir pilakçıda çalışıyordu. Ancak, bana çalışmak yetmez. Ben, bir pilakçıda yaşamak isterim. Kendimi bir pilak gibi hissediyorum. Şinciku’daki sefil bir pilakçıdaki, pilak gibi. Belkiyse, Şinciku’ya bile taşınmak isteyebilirim. Şinciku’daki o sefil pilakçıda, hem çalışmak hem de yaşamak isteyebilirim. Vatanebe’yle aynı yerde çalışmak çok hoşuma giderdi. Pilakçıyı kapadıktan sonra, gece, Vatanebe’yle, rakılar gibi sakeler parlatmak isterdim. Hatta, rakılar içerdim Vatanebe’yle. Zeki’den şarkılar söylerdim. O, anlamazdı. Anlamını sorardı. Ben, anlatırdım şarkıları. Sonra, O’na da öğretip şarkıları, beraber söylerdik. Sabahlara dek... Şinciku’da, yağmurlar çok yağar mıydılar? Öyleyse, rakıları, yağmurlarla karıştırırdık.

     Sonra, bir Elvis koyardım. Ölmeden önce yapmamız gerekenlerden biri de Elvis’i canlı izlemek olmalı. Elvis’i canlı izlemek. Zeki’yi canlı izlemek gibi bir şey olmalı. Araya, radyo dalgalarını ya da albümleri koymadan, Elvis ve Zeki’yi canlı izlemek... Taze bir meyveyi dalından yemek gibi bir şey olmalı. Zeki’nin sesinin, bir aracı olmadan, doğrudan kulağa değmesi; Elvis’in kalça hareketlerinin yaydığı dalgalanmanın doğrudan yüze çarpması... Sütü doğrudan memeden içmek gibi bir şey olmalı kesin. İstanbul’da yaşayamadım bunları. Belkiyse, Şinciku’da yaşarım. Elvis’i canlı izlemek 56’da nasip olaydı, gözlerim Kadillak’a dönüşürdü: Pembe ve siyah. 56 yılını kaldırmak gerek bence. Doğrudan, Elvis demek gerek. 1954, 1955, Elvis, 1957 ve 1958 gibi. 56’da, Hound Dog’un ilk kopyasını almak isterdim. O çılgın kızların çığlıkları arasında, saçımı benzin gibi biryantinleyip, Elvis’i canlı izlemek isterdim YeniYork’ta. Her ‘Hound Dog’ dedikçe, ben de, parmaklarımın uçrasına kalkmak ve bileklerimi kıra kıra dans etmek isterdim. Sıkati’nin gitar solosunda, ses tellerimi bir bluesla takas etmek ve iliğine değin rakıbili ve rakınrol olup, bir rakılar gibi beyazlamak isterdim buzlu. Sonra, Hartbirek Otel’i söylemesini seyretmek isterdim Elvis’in. Dudağının, yukarı doğru kayarak söylemesini seyretmek... Kalbimi, kırıldığı yerden tekrar kırmak isterdim; Hartbirek Otel’i yeniden dinleyebilmek için Elvis’ten. Solo kısmında, lehimlemek isterdim bütün acıları kalbime, ki (Allah korusun!) acısız kalmayayım diye. Hartbirek Otel, benzin gibi biryantinli saçlarla, ancak yağmurlar altında dinlenebilir. Güneşli ve kuru bir havada bu şarkı anlamını yarı yarıya yitirir. Çünkü, yağmurlu bir şarkı bu. Sırıl ve sıklam olmadan, anlaşılamaz Hartbirek Otel ve Elvis. Biryantin gibi ıslak ve rakınrol gibi jilet olmak gerek. Şinciku’da, bu etkiyi sonuna dek hissediyordu insan. Gerçi, İstanbul da hak ediyordu bu rakınrol durumu, ancak kızgındım. Kızgınım. Belkiyse de, bu ‘Şinciku’daki sefil pilakçı zaten İstanbullar’daydı. Şinciku, belkiyse, zaten İstanbul’un bir semtiydi; de, bizim haberimiz yoktu. Ben, zaten İstanbul’daydım belkiyse hala. Neyse, İstanbul’dan daha rakınrol bir kent var mı zaten? Elvis, İstanbullu olaydı; ki, tersini gösteren daha kesin bir kanıt yok, mutlak belediye başkanı olurdu. İstanbul’un zaten kendisi bir Hartbirek Otel değil mi, Sağdıç?”

     “Bence de, öyle...”

     “Ancak Elvis’ten önce, Zeki’yi canlı izlemek isterdim. Çakıl’da. İnsan bir anasının, bir de Zeki’nin sesini unutamaz kesin. Anasütü, sütdişi gibi ses. Yaradan, üflemiş sesine Zeki’nin. Ben, böyle bir şey duymadım. Hele, bir de, Çakıl’da izleyebileydim Zeki’yi canlı; gözlerim kulağa dönüşürdü. Daha ve daha ve daha çok dinleyebilmek için Zeki’yi ve kulaklarımla da görmeye başlardım; daha ve daha ve daha çok seyredebilmek için Zeki’yi. 56, Elvis’se; 53’de, Zeki ve Müren’dir. 1951, 1952, Zeki, 1954, 1955, Elvis, 1957 ve 1958. Beklenen Şarkı ve 1953. Beklenen Şarkı, bir rakınrol klasiğidir. Amerikan müzik listelerinde gizliden 1 numaraya oynamıştır. Beklenen Şarkı, bir rakınrol klasiğidir. Zeki söylemiştir. Zeki’nin saçlar biryantinlidir. Şarkının saçları biryantinlidir. Zekinin giysisi biryantin gibi siyah ve ıslak ve jiletler gibi rakınroldur. Zeki, hiçbir zaman Türk Musikisi söylememiştir. O’nun bütün parçaları rakınroldur. Beklenen Şarkı’yı canlı dinleyebilseydim Zeki’den, belkiyse, Elvis’e gerek bile kalmayabilirdi. Kalbimi tekrar kırmama gerek kalmayabilirdi, çünkü zaten kalbim hep kırık olurdu: ‘Benden evvel başkası, sakın seni görmesin ve benden evvel başkası, seni görüp sevmesin...’ Gelmiş geçmiş en rakınrol nakarat. Bunları derken, Zeki’yi canlı izleyebileydim, İstanbul’da Lale’yi sevmeme gerek kalmayabilirdi. Lale’ye bile gerek kalmayabilirdi, çünkü Lale’yi sevemeyeceğimi anlardım o zaman. Çünkü, Lale’yi benden önce görenler ve sevenlerin olacağını çok daha önceden bilebilirdim. Belkiyse, Beklenen Şarkı’yı, Zeki’yle beraber söylerdim Çakıl’da. Zeki yılında... Belkiyse, zaten hep eşlik ediyorumdur. Bir büyük beyaz açıp... İstanbul’daki Hartbirek Otel’in düğün salonunda, o sefil pilakçılara takıp Beklenen Şarkı’yı, eşlik ediyorumdur Zeki’ye. Sonra rakılarım saçlarına biryantin sürüp, siyahlaşıyorlardır ve o zaman anlıyorumdur: Benden evvel başkası, seni görsün ve sevsin’dir Lale.

     Ve de; Elvis’i pilağa koyduktan sonra, o an, Zeki’yi de koyardım. Elvis, Fever’ı söylerken; Zeki de, Dile Benden Ne Dilersen’i söylerdi. Sonra, Elvis, Bir Demet Yasemen’i söylerken; Zeki de, Can’t Help Falling in Love’ı söylerdi. Ve, o an, tuzlu gözleriyle bir bahriyeli gibi ağlardım. Ve kolumdaki kalpten kaslı dövmeyi, bir jiletle, kaat kalınlığında kazırdım. O kaslı kalpten dövmeyi, sonra, buğulu camlara bir çıkartma gibi yapıştırırdım. Çıkartmadan süzülen damlalar, kan biçiminde akardı Şinciku’daki sefil pilakçıda. Sonra, Şinciku’yu ilhak ettirirdim İstanbul’a. İstanbul’dan vazgeçemezdim çünkü. O da, benden vazgeçemezdi, çünkü benden büyük bir muzdarip bulamazdı. İstanbul için gerekliydim ben. Belkiyse de, Lale tarafından sevilemeyen her herif gerekliydi İstanbul için. İstanbul, kesin bizim sayemizde idame ettirebiliyordu kendisini. Lale tarafından sevilemeyenler, sankiyse, gerçek İstanbullu’ydular. Gerisi, İstanbulyaşar’dı. İstanbul, sevgililer kenti değildi. Paris gibi bayağı ve bayat değildi çünkü. Gerçekçi ve hayatiydi. İstanbul, sevgililer kenti değildi; sevilemeyenler kentiydi İstanbul. Çünkü İstanbul rakınroldur. Rakınrol İstanbullu’dur. Hartbirek Otel ve Şimdi Uzaklardasın gibi.

     Elvis ve Zeki’yi dinledikten sonra, Lale’leri koyardım. Kaydettiğim Lale’leri. 2010 İstanbul Kültür Başkenti ya ve Lale İstanbul’un simgesi ya, sakın sanmayın ki, bundan sevdim Lale’yi. 2009’da başlamıştı zaten. Ancak, 2010’da tavan yaptıydı. Artık yaşam tarihimde 2010 diye bir yıl olamayacak. 2010, Lale demek artık... 1951, 1952, Zeki, 1954, 1955, Elvis, 1957, 1958.... 1964, 1965.... 1971, 1972.... 1980, 1981.... 1994, 1995.... 2008, 2009, Lale, 2011 ve 2012... Elvis ve Zeki’den sonra, kaydettiğim Lale’leri koydum. Lale’lerin bir sesi olabilir mi, Sağdıç? Sesi olmasa bile, kesin şarkı söyleyebilir Lale’ler ve Lale’lerin tek söyleyebileceği şarkı: Kimseye Etmem Şikayet’tir. Kimseye Etmem Şikayet de, bir rakınrol klasiğidir:

     Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
     Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
     Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime
     Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...

     Kemani Serkis Efendi’nin bu nihavend rakınrol parçasını, hep bir ağızdan söylediler Lale’ler. Yanımda, Vatanebe de vardı. O, sevdiğini düşündü kesin. Bense, sevilememeyi. Pilakçaların tekrar düğmesine basıp, şarkıyı 100 kez ardarda dinledik. Şinciku’daki sefil pilakçı, daha sefil oldu ve büsbütün İstanbul’a dönüştü. Ve, ben de, yeniden İstanbullu oldum. Vatanebe de, İstanbullu oldu. Serkis Efendi’nin hicranını tastamam kandanlık oldu, bizim hicranımızla denk. Gerçi, bu rakınrol parçayı, söyleyebilirim ben de. Kimin söylediğine bağlı olarak, anlam değiştiriyor şarkı. Ben söylersem: Aşkımı en derinime gömdüm’dür. Lale söylerse: Başka seçeneğim yoktu’dur. Oysa, seçenekler insan kadar çoktur. Seçenekler arasından birine tutsak olmak, kişinin kendi yeğlemesi ve kendi tutuk tutsaklığıdır. Vatanebe de, katılırdı bu dediğime. Kim katılmazdı ki zaten?”

     “Peki, Lale’leri canlı dinlemek konusu? Elvis ve Zeki Bey de, bunu epey işlediniz.”

     “Sağolun, Suphi Bey, ancak Lale’leri canlı dinleyemiyorum artık, çünkü Lale’lerin hepsileri de ölüdürler. Artık pilastik Lale’ler dinliyorum. Yaşadıklarımın yanında, pilastik Lale’ler bile daha canlıdırlar benden. Hem pilastik Lale’ler daha bir siteryo ses çıkarabiliyorlar. Bazı bazı insanın buna gereksinimi oluyor. Çift kanallı bir acı!..

     Hem bu Lale’ler faslını hemen geçmem gerek. Çünkü, bu şarkıyı söyleyen biri daha var: Kemal. Kemal’imizin en sevdiği şarkı ‘Kimseye Etmem Şikayet’tir. O’nun, söyleme nedeni de, benimkiyle az çok aynıdır. Aşkı en derinine gömmek ve bu hicrandan şikayet etmemek. Ve bütün o Elvis, Zeki ve Lale’lerden sonra Kemal’imizi dinlemek, nasıl gökdelen bir duygudur? Kemal’imizi canlı dinlemek ‘Sandım ki cennete düştüm’dür. 10uncu Yıl Nutku’nu okurken ki, o biryantin saç ve jilet gibi fırak. Elvis’ten ne farkı vardır? Fazlası vardır hatta. Ve aynı biryantin ve fırakla Kemal’imizin, ‘Kimseye Etmem Şikayet’i söylemesini canlı dinlemek ‘Güneşe çıplak gözle bakabilmek’tir. Ve, ben, 10. Yıl Nutku’nu, bir Hound Dog dinler gibi ardarda 100 kez dinleyebilirim çünkü 10. Yıl Nutku da bir rakınroldur. Ve de; Kemal’imizin oynadığı zeybeğin, Elvis’in danslarından ne farkı vardır? Ben de, Kemal’imizi canlı izlerken, dizlerimi vura vura oynamak isterdim zeybeği. Kalbimi, ıstırapla iyileştirmek isterdim; Kemal’imizi canlı izlerken. Çünkü, O da, öyle yapmıştı. Bütün bir ulusun ve mazlum milletler’in acısını kalbine taşımış ve kalbinde-kalbiyle sağaltmıştır. Atına binip, elinde yalın kılınç ve başında şayak kalpak, BeyazAdam’ın tam ümüğüne yürümüştür. Ata binip, elde yalın kılınç ve başta şayak kalpak, BeyazAdam’ın tastamam ümüğüne yürümek: Kemal’imizi canlı izlemek gibidir. Ben de, atıma binip, elimde yalın kılınç ve başımda şayak kalpak, BeyazAdam’ın ümüğüne yürümek isterdim. 9 Eylül’de, yanan İzmir’e bakıp, Are You Lonesome Tonight ya da Bir Demet Yasemen dinlermiş gibi canhıraş bir biçimde ağlamak isterdim; Sağdıç. Bütün bu savaşımlar sonucunda, Cumhuriyet’in kurulmasına tanık olmak isterdim. Zaten, Cumhuriyet’i kurmak, Kemal’imizin canlı sahne performansı değil miydi? Peki, 1923 demeye gerek var mıdır artık? 23, Kemal’dir; Kemal demektir... 1920, 1921, 1922, Kemal, 1924... 1936, 1937... 1942, 1943... 1951, 1952, Zeki, 1954, 1955, Elvis, 1957, 1958... 1964, 1965... 1976, 1977... 1983, 1984... 1990, 1991... 2008, 2009, Lale, 2011, 2012...’dir artık tarih. Cumhuriyet, rakınroldur. 1923, rakınrolun icat tarihidir. Velhasıl, Kemal’imiz dünyanın ilk rakınrolcusudur. Rakınrolun gerçek kralı: Kemal’dir.

     İşte, Şinciku’daki sefil pilakçıda, böyle geçerdi günlerim. Sırıl ve sıklam. Biryantinler gibi ağlayıp, pilaklar gibi simsiyah parlayarak...”

     “Nereden nereye getirdin be olayı!?!”

     “Yanlışsa dediklerim, tersini kanıtla!”

     “Ben, büyük ölçüde katılıyorum. Kemal’imizle rakınrol bireşimi, bence, son derece doğru bir saptama oldu. Rakınrol, bir devrimdir ve Mazlum Milletler Devirimi’ni de ilk Kemal’imiz yapmıştır. Bu bağlamda, ilk rakınrolcu da Kemal’dir!”

     “Ben de, tamamen, bunu demek istiyordum. Sağolun, Suphi Bey.”

     “Ne demek...”

     “Şimdi sırada ne var?”

     “Özünde, ben yokken ki bazı konuşmalarınız hakkında sorularım olacaktı.”

     “Ne gibi?”

     “İzin verirseniz, Suphi Bey, buna birazdan devam ederiz. Şimdi, sözü kısa ve özü uzun tutalım. Seni, umut ve muhabbetle gözlerinden öperim. Kolay ve rastgele, Sağdıç İyi akşamlar. İyi yaşamlar... Haydi hayırlısı...”

     Türk Solu Dergisi – 21.06.2010, Pazartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5808595
Online Ziyaretçi Sayısı:24
Bugünlük Ziyaret :961

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.