07.12.2010 / Yusuf Ziya Halefoğlu - Kemanın Sesi

Halefoğlu, Yusuf Ziya

     Sonbaharın güzelliğinin bir türlü bitmediği, hava sıcaklığının yaz sonlarında olduğu gibi ışıl ışıl bir Adana sabahı. Hep sonbaharın ağaçlardaki renklerini görmeyi çok sevmişimdir. Ama Adana’da bunu görmek pek mümkün olmuyordu. Bu sene gerçekten ağaçlarda bütün renkleri görebiliyoruz. Sarının, turuncunun, yeşilin her tonu o kadar güzel yansımakta ki, hepsinin bir arada olduğu öyle muhteşem bir güzellik.

     Sabahın erken saatleri ve herkeste çok büyük bir telaş... Kimi işe yetişme derdinde, kimi okula, kimi iş yerlerini yeni açıp kapı önlerini süpürmekte. Dolmuşlar hızla duraklardan ya yolcularını alıyor ya da bırakıyor. Çocuklar okul servislerinin camlarından olabildiğince enerjileri ile bağırıp şarkı söylüyorlar. Arabadan etrafa dikkatlice bakıyorum, renklere, desenlere, insanlığın o hareketli haline, kiminde hüzün, kiminde sabahın neşeli halleri. Sonbaharın çığırtkan enerjisi yavaş, yavaş içimize dolmakta... Ve yeni bir gün daha başlamakta...

     Her sabah olduğu gibi kızımla trafikte ilerlerken, o kadar hızlı bir trafik var ki, arkadan kızım söyleniyor, baba ne kadar duyarsız insanlar değil mi? Gerçekten çok sabırsız ve aceleci, sanki sadece o insanlar bir yerlere yetişecek. Halbuki biraz daha toleranslı, biraz daha hoşgörülü olsak belki hepimiz ahenk içinde daha hızlı hareket edeceğiz. Ama bazen öyle kişilerle karşılaşıyoruz ki, ilkokul kitaplarımızda yazan inatçı keçilerin hikayesine dönüyoruz. Hiç kimsenin kimseye tahammülü ya da toleransı yok gibi...

     Bu arada da arabada keyifle müzik dinliyoruz, bir ara çok fazla hoşlanmaz bu müzikten deyip, tam müziği değiştirmek istediğimde aniden kalsın baba tepkisiyle karşılaştım. O an şaşırmıştım, çünkü kızımın dinlediği müzik türü değildi. Aslında bir gün önce de aynı müziği dinlediğini fark etmiştim, o yüzden ikinci gün de aynısını dinleyince aslında biraz içimden keşke bu tür müziği dinlemese diye geçirmiştim. Ama ısrarla babacığım ne olur o müzik kalsın dedi. Tabi biz babalar her zaman ki özgür bırakmayız ya, hep bizim istediğimiz olsun, bizim dediğimizi yapsın... O an içimden kızım keşke bu müzikten hoşlanmasaydın diye içim içimi yerken, dayanamayıp sordum. Kızım bu tür müziği sen hiç dinlemezdin, hoşlanmazdın dedim. Hep şunu söylemesini bekliyorum, evet babacığım bu müzik güzel değil... Ama o tam da bu sırada baba ne kadar güzel değil mi dedi. O an bir hoş oldum olmasına ama çaktırmadan da hala soruyorum, kızım çok güzel değil bence diye... Ama bu arada bende bir düş kırıklığı sürüp gidiyor. Okula kadar geldik, kapıdan içeri girerken hala içim içimi yiyor, bir türlü anlayamıyorum. En son dayanamadım ve:

     “Babacığım, bu müziğin nesinden hoşlandın?” diye sordum ve ben hiç beğenmedim diye de arkasından ekledim.

     Çünkü belki ben beğenmedim dersem o da öyle diyecek ve beni rahatlatacak ve ben de gönül rahatlığı ile işime gideceğim. O an bana dönüp babacığım sana inanmıyorum o kemanın sesini nasıl beğenmedin deyince yüzümdeki şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırmış bir durumda hem çok sevinmiş, hem de bir o kadar üzülmüştüm… Bende böyle keman çalabilecek miyim deyip koşup sınıfına gitti.

     O gün kızımdan bu duygularla ayrılıp, işe gidene kadar tekrar, tekrar düşündüm... Her zaman yaptığımız hayatın içindeki renkleri yine fark etmemiştim, yine sadece kendi gözümle görmeye, kendi kulağımla duymaya odaklanmıştım. Halbuki kızım masumane sadece keman sesini duyuyordu, bense şarkının kaosunu yaşıyordum. Bazen kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki hayatın akışına, bazı güzellikleri hiç fark etmeden es geçebiliyoruz. Çok küçük diye gördüğümüz şeyler aslında hayatın güzellikleri, farklı tatları, onları atladığımız anda yaşam monotonlaşmakta ve tatsız tuzsuz olmakta. Bazen çok kötü diye bildiğimiz birisine bile farklı bakarsak mutlaka güzel bir yanını görebiliriz, yeter ki bakmasını bilelim.

     Hayat renklerden oluşmakta aslında, hem de o kadar güzel renkler ki...

     Yaşam da öyle değil mi? Kaos içerisinde güzellikleri yaşamak. Etrafımıza bakarsak yaşam o kadar karmaşık ki, ama karmaşıklık içinde biz güzelliklerle bu hayatın tadına varıyoruz.

     Niçin çocuklarımızın bizim istediğimiz gibi davranmasını dileriz ki, hep aynı hatayı tekrarlayıp duruyoruz... Her şeye anne baba olarak biz karar vermeye çalışıyoruz. Sonra da ileride hayatta niçin kendi ayakları üzerinde duramıyor bu çocuk diye ah vah ediyoruz.

     Ön yargılarımızdan ne zaman kurtulacağız acaba, ne zaman odaklarımızı değiştireceğiz? Sonra düşündüm, acaba o müziği kızım için mi istemedim, yoksa kendim sevmediğim için mi istemedim?

     Mevlana, yaşadığımız hayatı bir dağın eteğinde durup haykırmaya ve sonra kendi sesimizin yankısını duymaya benzetiyor. Ne söylersek, ne duyarsak aynısını yansıtıyor yaşam bize. Telaş ettikçe telaşımız artıyor, kızdıkça kızgınlığımız artıyor, sıkıldıkça sıkılganlığımız, dert ettikçe derdimiz, sevdikçe sevgimiz artıyor. Güzellikleri fark ettikçe hayatımızda güzellikler artıyor. Hoşgörü gösterdikçe herkesten aynı karşılığı görüyorsunuz.

     Hiç tahmin etmeyeceğimiz birisine sabah içten bir günaydın deyip, nasıl olduğunu sorduğumuzda, ondan alacağımız karşılık bizim içtenliğimizin eminim iki katı olacaktır. Yaya geçidinde bize yol veren bir araç şoförüne küçük bir selamın etkisinin büyüklüğü...

     Gelin etrafımızda sesimizi daha da yankılandıralım, sonbahar renklerine de, kışın, ilkbaharın renklerine de daha alıcı gözlerle bakalım. Bu kadar karmaşada, kaosun içerisinden çıkıp hayatın ihtişamına içimizden geldiği gibi farklı köşelerden bakalım. Yudumlayalım kahvelerimizi ama kahvenin kokusunu içimize çekerek, hayatı yudum yudum yaşayalım...

     www.turklider.org sitesinden alınmıştır - 07.12.2010, Salı




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5791883
Online Ziyaretçi Sayısı:20
Bugünlük Ziyaret :1265

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.