Kemal Türkmen - Genç Türk'üm

     Debbie’nin arkadaşları, tıp ve diş hekimliği konusunda iyi eğitimli ve benim şansıma İngilizceleri mükemmel öğrencilerdi.

     En sık görüşğümüz Gaye ve Azade’nin erkek kardeşleri sayesinde gurubumuz giderek büyüyordu.

     Türk erkekleri Atina’da tanışğımız Yunanlı erkeklerden daha uzun boylu ve daha etkileyiciydiler...

     Uzun paltoları, koyu renk saçları, bıyıkları, uzun favorileri ile elegant ve gizemli bir görüntüleri vardı.

     70’lerde çok az sayıda tesettürlüye karşın, çoğu modern, bakımlı ve güzel giyinen kadınlardı.

     Özellikle gözlerini ve dudaklarını öne çıkaran makyajlarıyla pek alımlıydılar.

     Bizim küçük grubumuz, Ankara’daki kahvelerde buluşurduk.

     Saatlerce oturup uzun cam bardaklarda çaylarımızı yudumlarken, balla tatlandırılmış olan içleri fındıklı ya da çikolataya batırılmış bir tür sert ekmekle yapılmış olan tatlılardan yerdik.

     O dönemde dolmuşlar vardı ulaşım için...

     Bu, bir tür taksi ya da shuttle sistemi için 1960’ların eski, büyük Amerikan arabaları kullanılıyordu. Herkes gittiği yönde, ineceği durağa kadar olan ücreti öderken, şöförlerin bu kadar indi-bindi sırasında ücretleri nasıl hesaplayıp ta akılda tutabildiklerini bir türlü çözemedim.

     Debbie bir Türk gençle tanışştı Pierce’a gelmeden önce.

     Bir Müslüman’la uzun süreli bir arkadaşğın süremeyeceğine inandığım için bu beraberliğin kısa zamanda biteceğini düşünüyordum.

     Ama Debbie her şeye rağmen O’nu bir kenarda tutuyordu anlaşılan.

     Kemal’i  çay toplantılarımızın birinde gördüm. Dr. Jivago filminden sonra aşık olduğum Ömer Şerif’e benziyordu.

     Koca, koca gözleri, gür bıyıkları ve büyüleyici gülüşü...

     O’nu her gördüğümde çarpılmışçasına bakmaktan kendimi alamıyordum.

     Kızlar, ilgimi anlamışlardı. Ama bir kız arkadaşı olduğunu söylediler. Bunu öğrendikten sonra O’na olan ilgimi gizlemeye çalıştım.

     Bu arada Debbie ve arkadaşları her buluşmada benim adıma, ufak tefek oyunlar yapmaya başladılar.

     Bir gün kafede Azade’nin çiklet kağıtlarına bir şeyler yazdığını gördüm ve bana kadar da geldi o kağıtlar.

     Sanki lisedeki günlerimize dönmüştük.

     Her iki dakikada bir yeni bir yazı geliyordu. “Kemal seni tanımak istiyor, fakat İngilizce bilmiyor”, “Şu anda sana bakıyor” gibi mesajlar vardı.

     Ben de onlara bakıp “Peki kız arkadaşına ne oldu?” diye sorunca, O’nunla mutlu olmadığını yazdılar.

     Bundan kısa bir süre sonra oturma biçimimiz Kemal ile benim yanyana geleceğimiz şekilde ayarlanmıştı bile. Birbirimize bakıp, gülümseyip, sohbetimizi arkadaşlarımızın tercüme edebildikleri ölçüde yakınlaşştık.

     Herkes grubun alışılmış havasında, aniden beliren bu yeni olay ile birlikte keyiflenmişti.

     Ben kalkmak istediğimde Kemal beni dışarıya kadar geçirdi ve beni ziyaret edip edemiyeceğini sordu. O sırada Debbie bunun olabileceğini benim adıma tercüme ederken kalbim ağzımdan fırlıyacak gibiydi..

     Bir Ankara heyecanı...

     O günlerde Türkiye’de ve Yunanistan’da, geleneksel müziklere karşı ilgi çokmuş gibi görünse de, iki ülkede de daha çok Amerikan pop ve rock müziği dinleniyordu.

     Debbie ve arkadaşları müziğe çok meraklıydılar. Bazen ben onlara gitarımla bilinen bazı parçaları söylerken, Kemal beni hayranlıkla izliyordu.

     İlk kez Larsen’lerin salonunda gitar çalmıştım. Orada bir noktada kendime olan güvenimin arttığını hissederek, Peter Paul ve Marry’nin “Kisses Sweeter Than Wine” adlı parçasını, Jimmy Web’in “Wichita Lineman”ını ya da Carol King’in versiyonları ile “You Have Got A Friend”ini çaldım.

     Atina’ya dönmemden önce Kemal’le birbirimizi tanımamız için sadece bir haftamız vardı ve bir grup toplantısından sonra beni küçük apartmanına davet ettiğinde sadece bir kere görüşebildik.

     Kendisine özel bir konser vermem için gitarımı getirmemi istemişti. Güzel bir Türk çayından sonra sesimi kaydetmeye başladı.

     Doğrusu birisinin amatörce çabalarımı ebedileştirmek istemesi beni çok gururlandırmıştı.

     Yazın da görüşmekten bahsettik (tabii babam buna hemen hayır diyecekti) ve Kemal’in İngilizcesini geliştirmesi için de mektuplaşmaya karar verdik.

     Birkaç gün sonra, Debbie’nin arkadaşları, içlerinden birinin boş duran apartmanında bizim için bir veda partisi vereceklerini haber verdiler. O akşam repertuvarımdaki bütün şarkıları kendilerine söylememi istediler.

     Hareketimizden birkaç gece önce partiye gittiğimizde, Debbie’nin kalabalık arkadaş grubunun, ziyaretimizi kutlamak için kalp şeklinde kocaman bir çiçek yaptırdıklarını gördük. Debbie’nin bir okul arkadaşı olarak beni böylesi içtenlikle kabul etmelerine hem şaşırmış, hem de mahcup olmuştum. Koca hoparlörlerden 70’ler Amerika’sının dans müziği akıyordu, insanlar İngilizce ve Türkçe konuşuyor, içiyor ve gülüyorlardı. Az sonra Beatles’ın “Long and Winding Road” şarkısı odaya sakin bir hava getirmiş, ben ve havalı genç Türk’üm dahil, dans pistinde öne arkaya sallanan çiftleri birbirine yapıştırmıştı.

     Şarkı bittiğinde birisi uzun bir bar sandalyesi getirdi, gitar kutumu bana uzattı ve beni sahne ortasına çağırdı.

     Işıklar kısılmıştı, salonda çiftler ayrılmış ve birbirlerine yaslanmışlardı, ben de düşünebildiğim her şeyi çaldım ve söyledim. Birden kendimi “Dena Unplugged” gibi hissettim. Kendimi değersiz hissediyordum, ama elimden geleni de yapmaya çalıştım. Böyle kalabalık bir gruba çalarak ve söyleyerek böyle bir canlılık verebilme fikri çok özel ve heyecanlandırıcı bir duyguydu. Sadece bu tecrübeyle bile insanların niye sahne sanatçısı olduğunu anlamıştım. Hiç profesyonel olarak çalıp söylemediğim halde, o yarım saatlik mini şöhretim hala en harika tecrübelerimden biridir.

     Burada, bu Türk öğrencilerin cömert sevgilerini ve sıcak ruhlarını gördükten sonra, Yunanlılarla Türklerin bunca yıl nasıl olup ta düşman kalabildiklerine şaşırmıştım.

     * Nesrin Combat ve Baha Kızılırmağa teşekkürlerimle...

     23.04.2012 - Kemal Türkmen




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5768461
Online Ziyaretçi Sayısı:16
Bugünlük Ziyaret :672

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.