Zeki Müren'den Sonra (Alp Arpad)

     Yatıyordum!

     Koyu gri anlamsız bir akşamüstünün geçinde son derece huzursuz, bitkin, ümitsiz, kaldığım yere dönmüştüm. Karadeniz'de gemilerim batmıştı sanki! İşler çok kötü gidiyordu. Bir süredir yersiz ve gereksiz haksızlıklarla uğraşıyordum. Hoş, nereden gelirse gelsin hangi haksızlık yerli ve gereklidir ki zaten! Bunun yanında haklıyı haksızdan ayırt etme yetisine sahip olmadan, zaten bunu da hiç gözetmeyerek güveninizi sarsmayı doğal hale getirmiş bazı insanların piyasada serbestçe iş yapıp vatandaşın canını yakmalarına da karşıyım. Hayatım, hayatımın muhasebesiyle geçti. Yine de dik kalmanın kolay yolunu bulamamıştım ama yine de dik kalmamın kendime saygının tek yolu olduğunu biliyordum. Yaşam sargacımsa kendime olan saygımdır. Bazen dayanma gücümün azaldığını hissederim. Bu beni onmaz yapar. Hiçbir şeyden tat almaz, hissetmez, duymaz, görmez hale gelirim. Kendimi tamamen Yüce Tanrımın korumasına bırakırım. O'nun bir çeşit sınavı olduğuna inandığım bu durumdan yine onun rehberliğiyle sıyrılmaya çalışırım. O'na sığınırım; o gün olduğu gibi! Düşünürken, kanepenin üstüne yığılmışım...

     Bir süre sonra o tınıyı duydum. Tamam dedim, olacağı buydu; buraya kadarmış! O kadar rahatlatıcı, o kadar derinden geliyordu ki!

     Sonra onun sesini duydum. İlk anlattığı, "Sizi anlıyorum. Size hak veriyorum. Rahat olun... Ben niçin söylüyorum sanıyorsunuz! Rahatlayın... Hepimizin acıları var... Olacak... Çektiklerinizi ve çözümlerini gönül rahatlığı notalara döktük. Bakın dinleyin!"nin müziğiydi.

     Gözlerimi açmayı denedim ama açabilirsem o an içinde olduğum erinç dünyası da yerinde durur muydu?

     Bir operasyon sonucu, gözümü açamadığımda yine tamam demiştim! Her yer acı siyahtı! Bütün gücümle gözümü açmaya çalıştım ama ne mümkün! Yüce Tanrıma dua etmeye başlamıştım; ona emanet bıraktıklarımı koruması için... Oysaki yoğun bakımda ayılma evresindeymişim. O renkten kurtulmanın tek yolu olarak gözümü açmalıydım. Yeniden dalıp gidene kadar açamadım. Bu kez tam tersi! Bu nasıl bir şarkıysa, bu nasıl bir sesse, bu sesin ve sazın nasıl bir el ele vermesiyse, sürmesi için gözümü açmamağa çabalıyordum...

     Ne uykusuysa uyanmak istemediğim, nedeni daha sonra yerine oturacaktı...

     Önce her bir notanın inişini çıkışını bütün hücrelerinde duyup takip edebilme ruhuna sahip solisti fark ettim. Sonra da olağanüstü yetkinlikle ona eşlik eden saz arkadaşlarını. Şarkı yabancı gelmiyordu ama...

     Uyandım. Kalktım. Bir türlü tam olarak bilemedim şarkıyı. Bitişinde, perdeli gözlerle de olsa Sayın Mehpare Çelik'in işi olan konuşmak yerine yüzündeki derin hayranlıkla karışık duygusallığı, suskunluktan sonraki iç çekişi çok şey anlatıyordu... Daha sonra programın bütününü amaçlayarak: "Efendim ben de övünürüm. Yirmi sekiz yıllık spikerim; artık canlı yayınlarda heyecanıma gem vurabilirim zannediyor, idim! Meğer yanılmışım ama tabii sanat bu olunca, sanatçılar böyle olunca, yıllara hiç bakmıyor; heyecanlanmamak mümkün değil...” demesi beni anlattıklarım ve anlatacaklarımda haklı kıldı.

     "Efendim, üstat Münir Nurettin Selçuk için hazırladığımız özel programımız..." açıklamasından iz sürdüm. İnsanın çok yetkin işler de yapabileceğinin en üst dereceden kanıtı, beni yeniden yaşam savaşına döndüren bu şarkının bu yorumunu bulmalıydım. O yıllardaki TRT 4'e başvurdum. Sırası gelince tekrar edileceğini söylediler. Uzaktan yakından tanıdığım herkese haber vererek üç dört ay sonraki tekrarı beklemeye başladım.

     Duyarlı TRT çalışanlarının değerbilir çabalarıyla sislerin içindeki şarkımı bulduk: "Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın..."

     Bilmez miyim, bilirim. Bilirim ama bu yorumunu bilememiştim! Doğruca, emekli evinde dinlenmeye çekilmiş, üstat Münir Nurettin Selçuk'la da müzik yapma şansına erişmiş çok değerli üstat, Devlet Klasik Türk Müziği Ankara Korosu kurucusu Kemani Özer Altın'a gittim:

     – Münir Nurettin Selçuk, gazel formuna da yenilik getirmiştir Alp. Ondan önce Batı Müziği Motiflerini Türk Müziği'ne uyguladığını da söylemeliyim. Gazel formuna kazandırdığı yeni bir anlayışı Türk Müziğine armağan etmiştir. Aheste Gazel bunlardan biridir; Uşşak makamındadır ve yüzün üstünde yorumlanışı vardır! Yalnız... çok koyu bir yapıttır yani öyle okurken yana öne sapabileceğin bir yeri yoktur; ya hakkıyla söylersin ya da söyleyemezsin...

     Haydi, gelin şu başyapıtı burada bir hatırlayalım:

     Aheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın,
     Bir âlemi hayâle dalan âb uyanmasın.

     Aguş'u nev-bahâr'da, hâbîdedir cihân;
     Sürsün sabâh-ı haşr'e kadar, hâb uyanmasın.

     Dursun bu mûsikî-i semâvî içinde sâz,
     Leyl-i tarâb'da bir dahî mızrâb uyanmasın.

     Ey gül, sükûtâ varmayı emr-eyle bülbüle,
     Gülşen'de mest-ü zevk olan ahbâb uyanmasın.

     Değmez Kemâl, uyanmaya ikmâl-i ömr içün,
     Varsın bu uykudan dil-i bîtâb uyanmasın.

     Bildiğim kadarıyla bu şiiri de Yahya Kemal Beyatlı'nın diğer birçok şiiri gibi sayısız anlam yüklüdür. Birden çok şekilde yorumlanabilir. İlkokul öğretmenim Müzeyyen Günaydın, ortaokul Türkçe ve Türk Dili öğretmenim Gülsen Ertem Bolayır; lisedeki öğretmenlerim Mustafa Çaldağ, Lütfü Civelek, Mihrinur Domaniç, Bekir Sıtkı Erdoğan ve Seyfi Bilge'yi, büyük bir saygıyla, gönül borcuyla anıyorum. Hepsi neler neler öğrettiler; Allah hepsinden razı olsun. Hatırlayabildiklerim, hatırlayamadıklarım derken... Yorumlamayı bir yana bıraktım. Güvendiğim dostum, ödüllü yazar ve şair, edebiyat öğretmeni sayın Ramazan Yılmaz'dan sadeleştirmek için yardım istedim. Büyük ölçüde onun yardımıyla toparlayabildiğim kadarıyla:

     Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın,
     Bir alemi hayale dalan su uyanmasın.

     İlkbaharın kucağında uyumuş dünya,
     Kıyametin sabahına kadar sürsün, düş dahi uyanmasın.

     Saz bu ilahi müzik içinde çalsı
n dursun,
     Gecenin çalgısında mızrap dahi uyanmasın,

     Ey gül; emreyle bülbüle de sessizliğe bürünsün,
     Gül bahçesinde zevkten sarhoş ahbap uyanmasın.

     Değmez Kemal, ömrü tamamlamaya uyanmaya,
     Varsın bu uykudan yorgun düşmüş gönül uyanmasın...

     Su deyince o zamanki içilecek İstanbul Boğazı ve o zamanki sessizliği gelmeli insanın aklına... 

     Sihirli an bir Cumartesi öğleden sonra geldi.

     Sonradan çok iyi hatırladığım bu Yahya Kemal ve Münir Nurettin klasiğinde, sazların eşsiz bir girişi vardır: Yukarı, aşağı, yukarı... Yukarı, aşağı, yukarı... Yukarı yukarı yukarı aşağı yukarı aşağı yukarı... notalarıyla asırlara özgü tınılarını donanmış telliler sizi sersemleştirirken bunu pekiştirmeye ney girer. Bütün acılarınızın kararlı temsilcisidir; sızlanır gibi değil ama yaşadıklarının tanığı yanık ezik sesiyle inandırıcı kıldığı bağrı yanıklığına yakışan, kimseye belli edemediği yakarışlar dolu ağlayışıyla! Yolu özetle açar. Ritüellik tırmanır. Daha ilk anda mistisizm içinde bulursunuz kendinizi...

     ... Münir Nurettin Selçuk'un yeteneğini ve sanatındaki büyüklüğünü anlatabilmek için kullanılan deyişlerden birisi, belki de en önemlisi, "İstediğinde sesini çalgı aleti gibi kullanabilen nadir insan" anlatımıdır. Bunun diğer bir anlamı da "Münir Nurettin Selçuk gibi kimse okuyamaz; hele ki kendi eserlerinidir". Bu sırada üstat işte o ses ve o yorumuyla başlar anlatmaya o ilahi sihiri; Yahya Kemal'i en iyi anlayarak, ölçülü, engin, gittikçe tırmanan aşkla sizi bir süre yamaçlarda oyalar ve sonra yakarışın zirvesine çıkar. Üstün bir beceriyle kimseye fark ettirmeden geriye, eteklere iner. İner, iner... ve uykuya katkı, susar...

     Siz bir süre kendinize gelemezsiniz...

     İşte bu nokta, Behçet Kemal Çağlar'ın neden öyle dediğinin bilincine vardığınız noktadır: "Bestekarlar, dünyanın Tanrı'ya en yakın kullarıdırlar. Duyarlar; içlerine sindirirler; duyurur ve yaşatırlar. İşte Münir Nurettin Selçuk bunlardan biridir ve başlıcalarındandır..."

     İşte bu nokta, bu başyapıtın büyüklüğünü, yetkinliğini hissedebildiğiniz noktadır.

     Bu başyapıt sihirine sihir katmış olarak şimdi önümdeydi:

     Önce nefesli, vurmalı, yaylı ve telli sazların, birlikteliğin ve akustiğin verdiği her türlü zenginlikle doldurduğu görkemli girişini, öteki dağın arkasından gelen, şimdiye kadar duymadığım tınısıyla o klarnet izledi. Yavaş yavaş bulunduğum dağa yaklaşarak bağır evimin kapısına saygıyla çöktü. Nasıl efendi, nasıl onurlu, nasıl da dünya ehli dert döküştü o... Pürüzsüz, çektikçe uzayan, uzadıkça çekilen gönlün en titrek telini koparmadan titretecek kadar hassas bir iç ezikliği. O derece duygulandırdı ki canlıysanız kendinizi tutmanız söz konusu değildi. İlkönce klarnetiyle beraber nefes alma yetisine ve keremine erişmiş Sayın İsmail Bergamalı'dan özür dilerim; onun sanatında bu derece yükselmişliğini daha önce bilinçlenememişim. Her bir notaya kendini teslim etti; her bir nota kendisine teslim oldu...

     Aheste girdi solist. Yokla var arasındaki notayı basacak kadar sesini kontrol edebilen, usta ellerde titreyen saz kadar duyarlı, bazen mi bemol keman bazen mızrabın ağlattığı er kişi bir ut, yiğit konuşan bir tambur; yorumladığı eserin sözleri ve notalarıyla bütünleşebilme yeteneğine sahip, kullandığı kelimelerin sözlükten önce sesle hakkını verebilen, gemi düdüğü kadar sağlam karakterli bu sesi ilk kez duyuyordum. Acıyı, çivi çiviyi söker yöntemini hatırlatırcasına işlediği yorumuyla yok ettiğini gördüm. Kulakları ve pür dikkati kendisinde çakılı kılabilen bir ses...

     Kürek ancak boyun eğerdi o sesin öngördüğü ahesteye. Yukarı aşağı, yukarı aşağı; sandalı suda yürüten saz heyetinin de nefes almaya korktuğu hayal aleminden suyu uyandırmayacak yorumunu, yine de suyun beşik sallayan salınımlarıyla verebilen solistimizin o andaki kendini tutabilme çabaları yorumun içtenliğinin göstergesiydi. Düşü dahi uyandırmamaya çalışmak!

     Kanun girdi şu ana kadar sabredenler aleminin adına; eşsizliğinin verdiği ayrıcalığı kullanmanın hazzıyla biraz da özgürce o başkaldırdı ama bütün terbiyesiyle; "Anla, anla, anla... anla bizi... Çektiklerimizi... Suskunluklarımızı... Efendiliktendir; efendilikten... Efendilik acizlik değildir!".

     Şarkı başladığında salondaki sessizlik ve dikkat sanırım kendiliğinden oluşmuştu. Adı dahi gizemli bir saygınlığa yol açıyordu bu başyapıtın. Sayın Selim Gönüldaş klarnetin sağ yanında oturuyordu. Tüm saz heyeti gibi o da hislerine gem vurmaya çalışıyordu; o da içindekileri bastırmaya yutkunuyordu. Kanununun, "Peki, daha fazla anlatmayayım, siz anlayın artık!" dediği yerde geri gitmek istemeyen ellerini kararsızca çekti çalgısından; anlam dolu gülümsemeli yutkunuşuyla sandalı suda yürütmeye katıldı...

     "Dursun bu musiki" dediği anda her şey solistimizin seyri altındaydı. Sadece ve sadece onun semaya çıkartıp gecenin çalgısını aratan gazel içindeki gazel güçlü sesi tutuyordu sizi havada...

     Aynı anda kendisi de ağlayan keman, ben de varım dedi... Hem de ne var olmak! Kısa ama öz... Sakin girişinin ardını sanki Münir Nurettin Beye bıraktı! O'nun o tizle bas arasındaki her bir yerde kıvrım kıvrım dolaştırabildiği sesini kendi halk ettiği notalarda görmek doğrusu yukarıdaki tanımı kanıtlamanın yanı sıra ona var olan hayranlığınızı kat be kat arttırıyordu. Aynı duygu! Sayın Turay Dinleyen de seyirciler, dinleyiciler, saz arkadaşları gibi hislenmiş; ileri geri sızlayıp ağlayan, isyan edip haksızlığı haykıran kemanını susturmaya çalışıyor. Çekiyor arşeyi sevgilisi telden; ne yapacağını bilemez gibi dudak büküyor; bir türlü dinginleşemiyor. Titriyor. Sıkıntılı bakıyor. İşte gerçek bir sanatçı daha! Keman, notalarının sahibi gibi yol göstericiliğini yapmış; yüzü kelimelerin değil, kelimelerin yüzünün şeklini aldığı solistimize Samanuğrusunu tırmanmaya yol açmış... Asla bağırmadan ama aşk ile gök küreyi doldurmak istercesine, gülle bülbülü kıskananın haykırış gücüyle, Yahya Kemal'e ve Münir Nurettin'e destek vermek istercesine insanı Allah'a, onun sanatı insana, insanın sanatına hayran bırakan tırmanışıyla tırmandı... tırmandı... tırmandı...

     Er kişi bülbülü nasıl şakır? Bilmiyordum ama sanatçımızdan sonra belirgin olarak tanımlayabilirim: Ey gül, sükuta varmayı emr–eyle bülbüle derken... Bir kere bülbül çektiğinde içinde binlerce bülbül gezdire!

     Tırmandı... tırmandı... tırmandı...

     Değmez Kemal, uyanmaya ikmal–i ömr içün... Hakikaten değmez be Kemal! Bu nasıl bir duymak, duyurmaksa bırak burada kalalım; solistimiz hiç susmasın...

     Varsın bu uykudan dil–i bitab uyanmasın... Yorgun düşmüş gönlü çaresiz bir kendine acımayla sese çevirmeyi burada anlatmaya gücüm yetmez!

     Ah... Biten bir ömürde, tükenen ahbabın son nefesini veren böylesine bir ahını da ilk defa burada duydum. Ah...

     Uyanmasın... Kuş tüyü inercesine uzattı, bıraktı yere şarkıyı; çalanları da dinleyenleri de...

     Artık eminim: Aheste şarkı ve solistimiz, birbirlerini hissediyorlar...

     Nasıl anlatsam ki Tanrı Armağanı Konseri, o anı size; geriye döndürme olanağınız olsaydı bile aradan bir süre geçmeden bu mistik koridordan bir kez daha geçmeye yüreğiniz yetmezdi!

     Fırtınalı sanat dünyasından beğeni almak kadar zor bir iş yoktur! Yine de onlar işin içinde olduklarından, anlarlar. Şarkı bittiğinde bravo haykırışları ve çok daha önceden hazır bekleyen ellerden coşan ilk alkış onlardan, hepimiz gibi sihre kapılıp dilini yutmuş koro arkadaşlarından geldi. Koro şefi Sayın Mustafa Erses, hep beraber salonu selamlarken seyircilere başını onaylama anlamında hayranlıkla sallıyordu: Evet, işte budur!

     Hem de öyle bir sihir vardı ki o akşam! "Duygularını zapt etmek" deyimi saz heyetinin tamamı için, koro şefi için, koro için, solist için yerini buluyorsa kendilerinde; o yapıtta, o yorumda, o solistte, o gecede bir şeyler var demekti! Bir kere her şey yetkindi. Hislenmek deyimini de bilirsiniz; his havada serbestçe dolaşan oksijen kadar doğaldı. O gün o şarkıda, orada bulunan herkesin yükselen her bir sesi kendinde ve çalgısında yaşadığını gördüm. O akşam ortak duygunun eseriydi...

     O ortak duygu, Yılların Mehparesi'ne, bitmek bilmeyen ayaktaki alkışların sonucu sanırım doğaçlama bir söylev verdirdi: "Haklısınız! Haklısınız! Ne kadar beğenip değer verseniz haklısınız! Sevgili konuklarımız, sevgili izleyicilerimiz; Ulusların var olabilmeleri, sanat ve sanatçılarına, kültürlerine sahip çıkmaları, onları özenle koruyup kollayabildikleri sürece mümkündür. Ne mutlu bize ki özenle koruyup kollayacağımız, sahip çıkacağımız ve genç kuşaklarımıza da göğsümüzü gere gere devredeceğimiz böyle sanatımız ve sanatçılarımız var. Evet, bakmayın siz, bakmayın siz son yıllarda sanat ve sanatçı adına kafalarımızın karıştırılmak istenmesine; işte sanat bu, işte Türk ulusunun sanatçısı bu... ve ne mutlu bize ki işte bu büyük değerleri takdir eden sizin gibi kadirbilir sanatseverlerimiz var. Ne mutlu bize! Var olun bu akşam bizimle birlikte oldunuz. Çok teşekkür ediyorum. Ekranları başındaki sevgili izleyicilerimize de teşekkür ediyorum"

     Ben A'dan Z'ye herkese ama özellikle görkemli saz heyetine teşekkür ederim. Bu programın gerçekleşmesinde emeği geçenler gönüllerimize çocukluğumuzdaki lezzetler kadar unutulmaz bir tat bırakıp kaçtılar. Tekrarlanabileceğini sanmıyorum. Anlatamam; bu konuların uzmanı da değilim. O sihirli akşam her şey bir bütünlük ve enginlik içindeydi... Bir sihir vardı ve ben yalnızca o anı hepimiz için ölümsüzleştirmeyi denedim...

     Epey sonra Meltemin Başkenti'nin dost bir gecesinde, radyo dinlerken solistimizin konuk olduğunu duyar duymaz programa bağlandım. Artık hayranları arasında yer aldığımı ve beni hayata döndürüşünün öyküsünü olası en az sözcükle anlattım. Espriliyim ya; ekledim: O gün bir yerlere gittim geldim galiba! Aldığım yanıt en az benimki kadar içtendi: Ben de ordan okudum zaten!..

     O geceye bir ad daha taktım: Ustaların Gecesi...

     Münir Nurettin Selçuk'un ustalığınıysa buraya değil de kitaplara sığdırmak ne mümkün! Alsın eline bir şiir, istediği şarkıyla o şiiri, o şarkının kalıpları içinde okur. 1964'teki bir radyo konserinde bis yapmak zorunda kalır. İçinden gelir, "Muhterem dinleyiciler, ne okuyalım peki" diye sorar gülümseyerek. Farklı istekler karşısında, "Anladım. Peki efendim peki! Kalamış'ı okuyalım size de... da da di di da da dam... Hani işin ortalaması Kalamış! Arasında da bir de gazel düşürebilirsek bakalım!  lal lal lal lal la..." diyerek Kalamış'a girer. İçinden gelmiştir anlaşılan; ortasında bir yere Kalamış formunu bozmadan Aheste'yi düşürür ki görülmeye değer! Zaten oktavının en üstüne çıkıp çıkıp da o batı motiflerini Türk müziğine uyguladığı örneklerde olduğu gibi Kalamış'ta da bütün hünerini sergilerken araya girdiği Aheste'nin herhalde yüzbirinci okunuş şeklini sergilemiştir; üstat Özer Altın'ın kulağı çınlasın! Duymanız gerek! Aman ki aman! İki ayrı ruhlu şarkıyı, ikisinin de ruhunu muhafaza ederek üçüncü bir ruhta birleştirebilmek! Bunu uykuyu bile uyandırmayacak kadar doğadan gelen aşağıdan bir sesle, sazları susturacak kadar Allah vergisi bir yetenekle, ustalıkla yapabilmek! Sonra da "Her şey aslına rücu eder / geri döner" güzelliğiyle yaşananları gök kubbeye armağan edip Kalamış'la insanda hal bırakmaması! Anlatması sınırlarımı aşıyor...

     Farklılığını da vurgulamak isterim ki 22 Şubat 1930 gecesi, Beyoğlu'ndaki "Fransız Tiyatrosu"nda Kemani Nubar Tekyay, Tamburi Mesut Cemil, Kemençeci Ruşen Kam ve Kanuni Artaki Candan'ın sazları eşliğinde Türkiye'de ilk defa Münir Nurettin Selçuk, mikrofon kullanmadan ve ayakta okumuştur.

     Sonra da bir ilke de 2 Mayıs 1955'te saz heyetine ilk kez bir örnek elbise giydirip "Küçük Çiftlik"te beyaz frakla; arkasında Selahattin Pınar, Sadi Işılay, İsmail Şençalar, Kadri Şençalar, Yorgo Bacanos, Şükrü Tunar, Necdet Gezen, Fevzi Aslangil, Hakkı Derman gibi dev saz ustaları olduğu halde sahneye çıkan çok sevdiği Tanrısının yanına yürümüş Sanat Güneşimiz saygıdeğer Zeki Müren imza atmıştır.

     Birçok yapıtını, kimse üstat Münir Nurettin Selçuk gibi de okuyamaz demiştik. Bir tek Aheste için benim ekleyeceğim bir şey var: Üstat yaşasaydı, en büyük hazzı, kendi eserini solistimizin bu çok farklı ve olağanüstü yorumundan dinlemek olacaktı!

     Sanırım Zeki Müren'den sonra, kendine özgü anlatım biçimi ve sesi farklı ama aynı onun yaptığı gibi kendine has biçemini kendi yaratabilecek ilk gördüğüm sanatçı, "Ustaların Gecesi"ndeki solistimiz. O da Zeki Bey gibi yapıtların aslını koruyarak onlara kendi hükmediyor.

     Hoş geldiniz Sayın Koray Safkan...

     Türk Milleti biraz sabır; saygıdeğer Türk Sanat Müziğimize yeni bir üslup doğuyor...

     5 Ocak 2007




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5792851
Online Ziyaretçi Sayısı:26
Bugünlük Ziyaret :567

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.