05.05.2002 / Ulusal Gelişme, Müzikle Olur

Kalender, Sabahattin


     “Nasreddin Hoca Operası”nın yaratıcısı Sabahattin Kalender: “Atatürk, ‘milli kültürü kurmanın en önemli kaynağı’ diye müziğe çok önem veriyordu. Dünyanın en büyük bestecilerini, otoritelerini Türkiye’ye davet etti. Halk türküleri, oyunları mum plaklara kaydettirildi. Bir de folklor odası, arşivi kuruldu. Bela Bartok’un da desteğiyle bunlardan çoksesli müzik yapılsın istendi.”


 

     1962 yılında bestelenen “Nasreddin Hoca Operası” yeniden düzenlenerek 23 Nisan 2002’de, 40 yıl sonra İzmir’de sahnelendi. Operanın 83 yaşındaki bestecisi ve orkestra şefi Sabahattin Kalender, müzik kariyerini, “Cumhuriyet Dönemi” müzik politikalarını ve “Nasreddin Hoca”yı anlattı.


 

     Sabahattin Kalender: Arnavut bir babanın ve Bosna Saraylı bir hanımın çocuğuyum. 1913’te doğmuşum. Harp senelerinde babam ve dayım ölünce 86 yaşındaki bir nineye kalıyorum. Atatürk, “Birinci Dünya Savaşı”nda babası ölen yetim çocuklar için Türkiye’nin çeşitli illerinde kurumlar açtırır. Ben de okuma yaşıma geldiğimde bunlardan birine verildim. Bir sene Adana’ya, sonra Kayseri’ye gönderildim. Okulda mandolin, keman, vurgulu sazlar çalan hocalarımız ve piyanomız vardı. Mükemmel şeyler öğrendik. Mesela adam başı bir tarla verirlerdi, “Sen domates ekeceksin, sen salatalık ekeceksin…” derlerdi. Sabahları spor yapardık. Spordan sonra her gün soğuk suyla duş alırdık. Her türlü ihtiyacımızı karşılamamız için bize herşeyi öğretirlerdi. Hiçbirimizin gönlü elektriği açık bırakmaya razı olmazdı. Çöpü yere atamazdık. Yemekhanede bir gramofon vardı. Her yemekte bir plak çalınırdı. 1928 yılında oluyor bunların hepsi.


 

     Aydınlık: Yani, üniversite gibi eğitim görüyordunuz.

     Kalender: Tabii. Sonra, çok zengin bir kütüphanemiz vardı. Tahtada bize sessiz filmler gösterirler ve bunların üzerine fon müziği yapmayı öğretirlerdi.


 

     Aydınlık: Bilincinizi o zamandan doldurdunuz yani…

     Kalender: Evet. Okulu bitirdik. Biz üç arkadaş Ankara’ya gitmeye karar verdik. Üç ayda yürüyerek gittik Ankara’ya. Çok zor bir devre yaşadık. O devirde Ankara’ya yalnız trenle gidiş-geliş oluyordu. Sene 1931… Oraya, Atatürk, Kalembaş Müdürü Hasan Rıza Bey’i dikmiş. Çünkü olur-olmaz herkesin yerleşmesini istemiyor Atatürk. Bizi bekçi hemen yakaladı. Evine götürdü. Hanımı bize yemekler yaptı. Sabah beni bir koltukçuya götürdü. Ona teslim etti ve arada gelip beni kontrol edeceğini söyledi. Beni evlatlığı alan koltukçu Ali Fuat Bey bir gün “Musiki Muallim Mektebi”ne götürdü beni. Gider gitmez bir piyano gördüm, başladım çalmaya. “Musiki Muallim Mektebi”ne girdim. Okul müdürü, “İstiklal Marşı”nı yazan Zeki Bey, Atatürk’ün çok sevdiği bir adamdı. Atatürk’e yakınlığı sırasında okulu O kurdurmuş. Atatürk’e gittiğimiz gecelerde öğrendiğimiz şarkıları söylerdik koro olarak. Atatürk bizi karşısına dizdi: “Bakın. Ben padişahlıktan olan her şeyi bünyemden sildim. Ama iki şeye çok önem verdim. Biri ‘Musik-i Muallim Mektebi.’ Bunu 1924’te ‘Cumhuriyet’in ilanından bir sene sonra açtım. Neden? Çünkü ‘Cumhuriyet’imizin bu marşlarla, bu türkülerle bir kültürel gelişmesi olacağını düşündüm. Sporla beraber, müziğiyle, edebiyatıyla bir yükselme merdiveni olarak, bir kültür merkezi olarak bunu istediğim için ‘Musik-i Muallim Mektebi’ni kurdum” dedi.


 

     Voroşilof’la Kucaklaşmak


 

     Aydınlık: Ulus devlet kuruluyor yani…

     Kalender: Tabii. “Bununla beraber bir de ‘Mızıka-i Hümayun’u bünyeme aldım. Reis-i Cumhur’un bandosu olarak aldım. Bu da burada konser verecek ve böylece kültür seviyemiz yükselecek” dedi. “Ben ‘Hukuk Fakültesi’ni 1925’te açtım. Yani ‘Musik-i Muallim Mektebi”nden bir sene sonra. Hukukçular daima kitaplardan bir şeyler okurlar, öğrenirler. Gerçi, hukukta da gelişme olur ama bu bandonun ya da orkestranın yapacağı gelişmeyi hiçbir kurum benim düşündüğüm gibi yapamaz” dedi. Bu konuşmalardan sonra arada bizim mektebe gelmeye başladı. Yekta Oğul arkadaşımıza “Atilla” piyesini yazdırdı. Kendisi de tashih ederdi. Haftada bir iki gün gelip bize rejisörlük yapardı. 1933’te, Cumhuriyet’in 10. yılında Rus Mareşal Voroşilof Ankara’ya davet edildi. Bizden de çeşitli Rus marşlarını, şarkılarını söylememizi istediler. O gece Atatürk, “Bu çocuklar bizi çok güzel temsil etti, görevlerini çok iyi yaptılar. Çok mutlu oldum. Bizim en yakın komşumuz, Stalin’in temsilcisi Mareşal Voroşilof’u kucaklayın, öpün!” dedi.


 

     Aydınlık: Sizin yaşınız kaç?

     Kalender: 14… Ama öyle bir baktı gözleriyle, öyle müthiş bir bakıştı ki hiçbirimiz kıpırdayamadık. “Öpün dedim” dedi, tercümanlara baktı. Bir daha söyledi. Sonunda, içimizden Mesude Çağlayan adlı bir kız koştu, sarıldı, Atatürk’ü öptü. Atatürk, “İşte Cumhuriyet’i emanet edeceğimiz çocuklar bunlardır. Çok teşekkür ederim” dedi. Maarif vekilini çağırdı, “Hikmet Bey, bu çocuklar görevlerini çok iyi yaptılar. Şimdi ‘Ankara Palas’ta vereceğimiz ‘Cumhuriyet Balosu’nda sabaha kadar içsinler, yesinler, dans etsinler” dedi. Hikmet Bey geldi, “Paşam, ‘TBMM’ bütün kanunları yapar. Zatıaliniz bunları okursunuz, imza edersiniz, bize gönderirsiniz. Biz yapılmış olan kanunları tatbik ederiz. Kanun der ki ‘Öğrenci baloya gitmez. Öğrenci içki içmez.’ Görevlerini çok güzel yaptılar. Ben şimdi onları kanun gereğince arabaya bindireceğim. Gidip yatacaklar ve sabah da derslerine yetişecekler.” O zamanda Atatürk gibi bir adama öyle cevap vermek ne demek? Atatürk, “Peki” dedi, kızmadı, hak verdi.


 

     Türk Beşleri’nden Bugüne


 

     Aydınlık: “Türk Beşleri” dediğimiz Cemal Reşid Rey, Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Ferid Alnar ve Necil Kazım Akses… Bu besteciler “Cumhuriyet” kuşağında doğdular. “Cumhuriyet”in bu 35 yıllık kuşağının ürünleri, çoksesli müzik, Türk bestecileri bugün neden yok?

     Kalender: Çok güzel bir soru sordunuz. “Türk Beşleri” dediklerimizin hepsi bizim hocalarımızdı. Onların hepsi Avrupa’da eğitim görmüş, Batı müziğini öğrenmişler. Atatürk, “Musik-i Muallim Mektebi”ne hoca olsunlar diye Avrupa’ya göndermiş. 1932’den itibaren teker teker bizim mektebe geldiler. Sonra konservatuvarı kurdurdu Atatürk. Çünkü bir “Atilla” piyesini oynarken gördü ki bu işleri yapacak sanatçıları yetiştirmek için meslek okulları kurulmadıkça Türkiye ileri gidemez.


 

     Aydınlık: Neden müzik eğitimine bu kadar önem veriyor?

     Kalender: Demin de anlattığım gibi, milli kültürü kurmanın en önemli kaynağı diye müziğe çok önem veriyordu. Memleketin çeşitli illerinde yayılacaktı bu okullar. Dünyanın en büyük bestecilerini, otoritelerini Türkiye’ye davet etti. Atatürk’ün emriyle bütün halk türküleri, oyunları mum plaklara kaydettirildi. Bir de folklor odası, arşivi kuruldu. Bela Bartok’un da desteğiyle bunlardan çoksesli müzik yapılsın istendi.


 

     60 Yıldır Giyilen Frak


 

     Aydınlık: Peki, 40’lardan sonra ne oldu?

     Kalender: Bu kuşak birtakım halk türkülerini çoksesli hale getirdi. Sonradan enstrümantal müzik yaptılar. Mesela Ferid Alnar’ın viyolonsel konçertosu, kanun konçertosu, tamamen Türk müziğini benimsemiş, Türk müziği üzerine çoksesli olarak çağdaş bir şekilde yaratılmış çok güçlü eserlerdir. Necil Akses’in keman konçertosu, Ulvi Cemal’in “Köçekçeleri…” Bütün bunlar, Atatürk’ün emriyle, memleketin her tarafından toplanan parçalarla güzel eserler ortaya kondu.


 

     İnönü, bir konserde, üstümdekini beğenmedi. Bir frak dikilmesini emretti. O zamanki bakan Hasan Ali Yücel benim evime kadar gelip fraklarımı teslim etti. O fraklar dün akşamki konserde de giydiğim 60 senelik fraklardır.


 

     Aydınlık: Yani siz bir frağı 60 senedir giyiyorsunuz. Herhalde bu yetiştirme yurdunda aldığınız bir iktisat terbiyesi…

     Kalender: Tabii. Kendimi korumasını biliyorum. Her sabah spor yapıyorum, sonra soğuk suyla duş alıyorum hala.


 

     Aydınlık: Tüketici değil, iyi bir kullanıcı olmak, yerinde kullanmak… Bu “Cumhuriyet”in eğitim tarzıydı.


 

     Hoca’yı Bütün Dünya Tanır


 

     Aydınlık: “Nasreddin Hoca Operası”nı neden tercih ettiniz? Keloğlan da var…

     Kalender: Ben Keloğlan’ın çocuk operasını yaptım. Ben her şeye rağmen Türkiye’nin her şeyine hayranım. Bunu nasıl ispat edebilirim? Düşündüm… Atatürk, ama Atatürk her şeye konu olabilir de bir opera konusu olamaz. Benim düşüncem bu. Ondan sonra “Nasreddin Hoca” gelir. Bütün dünya tanır O’nu. Ben o zaman dedim ki “Nasreddin Hoca’yı yazacağım ve bütün dünya O’nu tanıyacak.” O’nun hakkında kitaplar toplamaya başladık. Karımla beraber Akçakoca’ya gittik. Akçakoca’da bunun librettosunu çıkardık. İzmir’e turneye geldik 1961’de. Akşamları “Açık Hava Tiyatrosu”nda temsil idare ediyordum. Sabah da piyano başında oturup metni müziklendiriyordum. Ankara’ya gittik. Partisyonu hazırladım. Eser hazır oldu. Götürdüm, müdüre sundum. “Denetleme Kurulu”ndan geçti. Sonradan “Karagöz”, “Cem Sultan”, “Deli Dumrul” operalarını yazdım.



     Aydınlık Dergi - 05.05.2002, Pazar (Ufuk Karakaya)




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5787374
Online Ziyaretçi Sayısı:29
Bugünlük Ziyaret :356

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.