Nilgün Güresin'in TEKSATIR adına Hüseyin Sermet ile Yaptığı Söyleşi...

     Nilgün Güresin, Paris'de bir barış elçisi, piyanist Hüseyin Sermet ile görüştü...

     Nilgün Güresin'in bu haftaki TEKSATIR konuğu değerli piyanist ve besteci Sayın Hüseyin Sermet.

     Paris'de kuru ve oldukça soğuk bir havada, Trocadero Meydanındaki bir kafede piyanist Hüseyin Sermet ile buluşuyoruz (ve müşterek dostumuz Evin İlyasoğlu'nun kulaklarını çınlatıyoruz). Değerli sanatçımız 40 yıldır burada yaşıyor ama O, ülkesiyle bağlarını hiç mi hiç koparmamış bir dünya vatandaşı. Hüseyin Sermet'i bir gün İstanbul'da bir festivalde, ertesi gün Antalya'da, bir başka gün de dünyanın en önemli diğer konser salonlarında izlersiniz.

     Trocadero (diğer adıyla 11 Kasım Meydanı), Paris'in 16. Bölgesinin, önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Şehir planlaması konusunda Paris, Avrupa'nın birçok başka kentiyle boy ölçüşebilen, geniş caddeleri, korunmuş eski binaları, akılcı toplu taşımacılık sistemleriyle örnek bir metropol olarak kabul edilmektedir. O sıcak ve samimi, hafif loş kafeler, bistrolar ise bir taraftan Paris'i mekân tutmuş ünlü fotoğrafçılardan Man Ray'in, Robert Dessinau'un karelerini hatırlatır gibi olsa da,  aslında toplanma, tanışma, muhabbet mekânlarıdır. Etraf ciddi olarak nostalji kokar...

     Mum ışığında, bir taraftan kahvenizi veya bir kadeh şarabınızı yudumlar, diğer taraftan da hiç tanımadığınız biriyle, hiç bir beklentiniz olmaksızın, havadan-sudan ve hatta politikadan örneğin Sarkozy'den konuşabilirsiniz. Kadın veya erkek olmanız da farketmez. Özgürsünüzdür...

     Böylesi 'kafe'lerin en tanınmışlarından biri pasta-bisküvi dünyasına 'macarone-makaron'u armağan etmiş olan, Trocadero'nun gözbebeği, "La Carette"dir. Terasından başınızı şöyle biraz yana doğru uzattığınızda, Eyfel Kulesiyle göz göze gelirsiniz... Bu yıl Fransa'nın Avrupa Topluluğu'nun başkanı olması nedeniyle, masmavilere bürünmüş bir Eyfel karşınızdadır.
La Carette ise, 'görmek ve görünmek isteyenlerin' gittiği bir mekândır. Hani, benim çocukluğumun geçtiği Nişantaşı'nın bugünkü hali gibi... Paris'de pastane-patisserie geleneğini koruyan ve temsil eden bir isim olan La Carette bana Beyoğlu'nda ki eski Markiz pastanesini hatırlatır... Ama şu  'küreselleşme'nin sonucuna bir bakın: La Carette bir süre önce Çin'li bir işadamı tarafından satın alınmış; orada çalışanlar da artık genelde Çin kökenli...
Büyük Çin devi, önce bizleri chop suey, wonton çorbasına alıştırdı; sonra tekstile, otomotive girdi ve şimdi de yaşamın o ince zevklerinin sunulduğu ortamlarda boy gösteriyor...

     Ama ben Hüseyin Sermet'le ne Paris'i ve ne de Çin'in yatırımlarını konuşmaya gelmedim ki... Bundan 4-5 yıl önce bir kaç başka sanatçıyla birlikte Paris'de oluşturdukları "Barış Derneği" hakkında bilgi almak istiyorum... Müzikten, "ADAP Barış Derneği"ne kadar giden o süreci anlatacak bizlere...

     Nilgün Güresin sordu; Sayın Hüseyin Sermet yanıtladı.

     TEKSATIR: 7 yaşından beri piyano çalıyor, müzik yapıyorsunuz. 1991'de Türkiye'de Devlet Sanatçısı oldunuz. Dünyanın birçok önemli merkezlerinde konserler veriyorsunuz; hocalık yapıyorsunuz; ödüller aldınız... Kısacası ülkemizi gururlandıran bir müzik adamısınız. Ama belki de sizin, çok fazla bilinmeyen bir yönünüz daha var ve ben bunu TEKSATIR okuyucularıyla özellikle paylaşmak istiyorum. Siz bir 'Barış Elçisi' şapkası da takıyorsunuz.
Müzik yoluyla, Türkiye'yi ülkelerarası platformda temsil eden bir barış elçimizsiniz. Bunu biraz açalım: Müzik barışa nasıl hizmet edebilir?

     Hüseyin Sermet: Tam da sorulmasını istediğim, dört-dörtlük bir soru, teşekkür ederim... Dilerseniz şöyle başlayayım: Bir sanatçı, hangi ırk, millet, din, yöre ve hangi siyasi görüşten olursa olsun ve hatta bilgisi veya cehaleti ne seviyede olursa olsun, eğer hakiki bir sanatçıysa, potansiyel olarak ve manen barış insanı olması gerekir diye düşünürüm. Barışa, arkadaşlığa, dostluğa inanmayan bir kişinin sanatçılığından ben şüphe duyarım. Diyeceksiniz ki, tarihte 'kanmış sanatçı' örnekleri yok mu?; elbette ki var ama istisnalar kaideyi bozmamalı! Bence bir sanatçı, sanatının dışında ve yanında daima barışa hizmet eden kişi olmalıdır. Bu felsefeyle yola çıkarak, benim İstanbul'dan çok yakın Ermeni asıllı arkadaşım Mark Büker ve bir kaç başka sanatçı arkadaşımızla toplanarak Paris'de bir 'Barış Derneği' kurduk: adı "ADAP – Association des Artists pour la Paix" (Barış İçin Birleşmiş Sanatçılar Derneği). Bu derneği, çok çeşitli ülkelerden sanatçılara daima kucak açmış, onları davet etmiş ve barındırmış olan Paris'de oluşturmak da ayrıca mantıklı geldi. Derneğin temel misyonu barışa hizmet edebilmektir. Ülkelerin sürekli olarak savaş modunda ve kavgalı olması yerine yanyana gelerek, barışçı yaklaşımlar ve çözümler üretmelerini desteklemek istiyoruz. Özellikle de birbirine komşu olan ülkeleri sahnede yanyana getirmeye çalışıyoruz...

     TEKSATIR: 'Sahne' böylece bir dünya işlevini üstleniyor galiba... Özlediğimiz, kavgasız, gürültüsüz, o çok sesli dünyayı... Adeta kutsal bir mekân gibi...

     Hüseyin Sermet: Sahnenin kesin olarak hem sembolik bir anlamı ve hem de gerçek bir işlevi var. İnsanlar siyaseti bir kenara bırakır, işbirliğine gidebilirlerse ortaya iyi şeyler mutlaka çıkar ve çıkıyor. Biz ADAP üyesi sanatçılar olarak bunun en somut örneğiyiz.
Küçük bir derneğiz, ama amacımız ve inancımız büyük... Kuşkusuz dünyadaki tüm sorunları çözebilmek gibi gerçekçi olmayan bir misyonun peşinde de değiliz ama barışın mümkün olduğuna inanıyoruz. Bakıyorum da, toplum psikolojisinin de tehlikeli etkisiyle, insanlar bazen o kadar aptallaşabiliyorlar ki! Sorgusuz, sualsiz, akılsızca, sadece bir içgüdüyle, sloganlara takılıp, sürüklenip, gidiyorlar. Tanrı'nın verdiği zekayı da kullanmadan... Biz dünyayı, tekrar düşünmeye sevk etmeyi amaçlıyoruz. Dolayısıyla da içimize İsrail, Mısır, İran, ABD, Kıbrıs'ın her iki kesimi, Yunanistan, Türkiye, Ermenistan, Sri Lanka ve Japonya'dan sanatçılar alarak derneği oluşturduk. 
Böylece, 'sahne' burada dünyadaki bu çeşitliliği, bu zenginliği sembolize ediyor. Kıstasımız ise şu: Sahnede çalan veya çalacak olan her bir sanatçının sadece iyi bir sanatçı olması yeterli değil, aynı zamanda kişilik olarak saygınlığı olan, düzgün insanlar olmaları.
Düzenlediğimiz etkinliklerde sahneye birlikte çıkıldığı düşünülünce, kaliteden ödün vermemek için böyle bir prensip koymak gerekli oldu. Bu bağlamda, 3 Aralık'ta Brüksel'de İstanbul 2010 adına 'dünyaya barış çağırısı' yapmayı amaçladığımız bir barış konserimiz var (Music Beyond Conflicts). Bu konserde benimle birlikte sahne alacak olan çok değerli sanatçıların adlarını vermek istiyorum: George Lazaridis, Sefa Tanyel, David Lively, Nima Sarkechik, Rüya Taner, İsrael Kastoriano, Ramzi Yassa ve Cyprien Katsaris. (Not: Yazı yayınlandığında bu konser gerçekleşmiş olacaktır- NG).

     TEKSATIR: 'Düzgün ve iyi sanatçı'yı siz nasıl tanımlıyorsunuz?

     Hüseyin Sermet: 'İyi' kelimesi burada göreceli tabii... İyi sanatçı var; iyi sanatçı var... Bilindiği gibi hangi meslekte olurlarsa olsunlar bazı insanlar yaptıkları işte fevkalade başarılı olmalarına rağmen, 'insan' olarak kompleksli olabilirler, dürüst ve namuslu olmayabilirler, dolayısıyla bazı insani eksiklikleri olabilir. Bazıları da vardır ki, sokaktaki karıncayı bile ezmezler; herkese insanca muamele ederler, nazik, şefkatli ve dürüsttürler ama pek fazla suya-sabuna dokunmadıkları için siliktirler.
Bizim aradığımız kişiler hem kişilik olarak silik değiller; fikir ve yorum sahibi, cesur insanlardır, sözlerinin arkasında durabilirler; ellerini taşın altına sokarlar; hem de insan olarak namuslu, dürüst ve güvenilir, sözünün eri kişilerdir.
Benim de tarifim işte bu çerçevededir. Elbette böyle kişileri bulup, bir araya getirmek hiç de kolay değil ama inanın ki oluyor.

     TEKSATIR: Brüksel'deki konsere geri dönelim. Söz konusu etkinliğin, İstanbul'un 2010 yılı  Avrupa Kültür Başkentleri'nden biri olması bağlamında organize edildiğini sevgili Zeynep Göğüş'den biliyorum... Sizin buradaki rolünüz nedir?

     Hüseyin Sermet: Bunun ne kadar geç kalınmış bir adım olduğunu düşünsem bile, bir Türk olarak İstanbul'un bir kültür başkenti olarak seçilmesinden öncelikle büyük bir gurur duyuyorum. Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış, özgün bir şehirde doğmuş olmak elbette ki bir imtiyazdır.
Her ne kadar bozmak için tüm gayretimizi gösteriyor olsak da, doğal güzellikleri ile insanı hala büyüleyen bir kent İstanbul. Ben İstanbul'lu olmaktan inanılmaz bir haz duyuyorum. İstanbul'un "2010 Avrupa Kültür Başkenti" seçilmesinin bizim derneğimiz ADAP'a getirdiği önemli bir katkı var: İstanbul ve dolayısıyla Türkiye, bir 'barış derneği'nin projesine sahip çıkıyor. Bu çok önemli... Ne kadar eleştirilse de Türkiye biliyorsunuz son zamanlarda komşularıyla ilişkilerde, gerek siyasi ve gerekse örneğin sporda bence doğru adımlar atmaya başladı. Gerek İran, Irak ve gerekse Ermenistan'la ilişkiler yakın zamana kadar tedirgin bir biçimde yürütülüyordu. Olumlu açılımlar yapmaya başlayan Türkiye'nin, İstanbul'unun kültür başkenti konumunda olması ve bu proje kapsamında ADAP'a sahip çıkılmış olması bence çok iyi bir gelişmedir.

     TEKSATIR: Kim sahip çıktı?

     Hüseyin Sermet: "2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti" kapsamında, gazeteci ve AB uzmanı Zeynep Göğüş ve Birsen Demiriz, Brüksel'de birlikte ciddi çalışmalar içersindeler ve TEKSATIR vasıtasıyla buradan kendilerine teşekkür de etmek isterim. (Bakınız: Nilgün Güresin - TEKSATIR Zeynep Göğüş Röportajı/ 12.08.2008) Bundan bir kaç hafta önce ben de bir günlüğüne İstanbul'a giderek kültürden sorumlu Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı ile görüştüm. Zeynep Göğüş ve Nuri Çolakoğlu'nun da katıldığı bir basın toplantısı yaparak 3 Aralık 2008'de Brüksel'de "Beaux Arts"daki konseri ve Avrupa'nın diğer önemli merkezlerinde de düzenlenmesi düşünülen etkinlikleri anlattık.

     TEKSATIR: 2010, Türkiye'nin bir başka yüzünü Avrupa'lılara tanıtmak açısından son derece önemli bir fırsat; özellikle de Türkiye'de herhangi bir sanat hareketinin varlığından bile haberi olmayan veya olmadığını düşünmeyi tercih edenlere iyi bir mesaj...
Tanıtım uzun soluklu, süreklilik ve şeffaflık isteyen bir uğraştır. 90'larda yanlış politikalar nedeniyle iptal edilen Belçika'daki Europhalia festivalini unutmayalım... 2010'un doğru stratejiyle yürüdüğünü görmek memnuniyet verici...

     Hüseyin Sermet: Doğrudur. Biliyoruz ki Türkiye ve Türk dendiği zaman batıda ister istemez bir önyargı ile karşılaşılır. Yine biliyoruz ki, bundan kurtulabilmemiz uzun bir süreci gerektiriyor. Bunun nedenlerinin başında 'tarih' gelir. İki kez Viyana kapılarına dayanmış, Avrupa'yı zorlamış bir imparatorluğun çocuklarıyız. Avrupalılar da zaten konuya bu kadar basitçe bakıyor: Ne olacak, barbar Türkler...
Ne yapmış bu barbar Türkler: Ermenileri kesmişler; orayı, burayı yakıp, yıkıp, geçmişler!
3 kuruşluk bilgisi olan bir batılı Türkiye'yi işte böyle biliyor. Maalesef bizim de bu imaja katkılarımız oluyor. Gayet açık konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Avrupa'ya, Türkiye'nin değişik yörelerinden gelmiş insanlar, balkonda veya evinin bahçesinde, bayram kutlaması adına, vahşi bir şekilde kurban kesmeye kalkar ve her taraf kanlar içinde kalırsa, hiç bir batılının bunu hoş karşılamayacağını anlamamız gerekiyor. Hatta hiç bir çağdaş kişinin... Bu değişimleri yapmak ise önce bize düşüyor. Karşı tarafın da tabii ki objektif ve iyi niyetli yaklaşması ve 'bütün Türkler böyledir' gibi işin kolayına kaçmaması şart. Ben 1968 yılından beri Fransa'da yaşıyorum. Eğer ben Fransa'yı kötü göstermek istesem, alırım elime bir fotoğraf makinesi, 15 gün gezerim ve sonunda, öyle bir Fransa imajı yaratabilirim ki, onu gören Fransız hem inanmaz ve hem de kudurur. Çünkü ben bu ülkenin neresi eksik, neresi bozuk çok iyi bilirim. Ne acıdır ki, biz daima Fransa'nın kültürünü öne çıkarmaya çalışırken, onlar bizi kötü göstermeye uğraşır... Türkiye'nin son zamanlardaki barışçı ve komşularıyla iyi geçinmeye yönelik siyasetini çok doğru buluyor ve kişisel olarak da destekliyorum. Türkiye'de hangi parti, hangi siyasetçi benden rica ederse katkıya sonuna kadar hazırım. Kurmuş olduğumuz ADAP Barış Derneği'ne Türkiye'nin sahip çıkması ise ülkemizi yanlış görmek ve göstermek isteyenleri sarsacak ve şaşırtacaktır.

     TEKSATIR: ADAP'ın finansal kaynaklarını nasıl sağlıyorsunuz? Geleceğe yönelik projeler varmı?

     Hüseyin Sermet: Çok yerinde bir sual. Biz herhalde, dünyadaki 'karıncaları koruma derneği' falan gibi derneklerle atbaşı gidiyoruz. Kendi katkılarımızla veya sponsorları ikna edebilmeye çalışarak konserler düzenleyebiliyoruz. Başka gelir kaynaklarımız en azından henüz, yok. 4-5 yıldır işte bu şekilde devam ediyoruz. Paris'de, Unesco'da çok başarılı 2 konser, İstanbul'da İş Sanat'da, CRR'de ve Lüksemburg'da ki başarılı konserler bizlere, ADAP'ı doğru bir misyonla kurmuş olduğumuzu gösterdi. Sebat edince her şey mümkün... Şu sıralarda önemli açılımlarımız da var. Londra'nın belli başlı konser acentalarınden biri, ADAP'a ciddi ilgi duydu. Güney Afrika'da, Brezilya'da, Çin'de, Kuzey ve Güney Kore'de, Japonya'da, o ülkelerin müzisyenleriyle birlikte projeler üretme olanaklarını konuşuyoruz. Oldukça heyecan verici... Umarım hepsi gerçekleşebilir. Geleceğe yönelik bir dizi başka güzel hayallerimiz de var: New York'da, Birleşmiş Milletler'de ve Ground Zero denilen, 11 Eylül faciası sonucu ikiz kulelerin yıkıldığı yerde konserler verebilmek...

     TEKSATIR:  Türkiye'nin tanıtımına olağanüstü katkıları olur böyle konserlerin... Peki, 40 yıldır Türkiye'nin dışındasınız; bir sanatçısınız ama ülke sorunlarını benimseyen ve çözüm üretmeye çalışan bir kişisiniz. Siz dışarıdan ülkenizi nasıl görüyorsunuz?

     Hüseyin Sermet: Türkiye'de demokrasi taşlarının yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını görüyorum. Bu uzun ve sıkıntılı bir süreç tabii ki... Bir tarafta hep ordu vardı; emir veren, itaat etmeyi gerektiren bir olgu. Diğer tarafta ise dinci, biat kültürü; sorgulamak söz konusu değil. Hacı, hocanın her dediği sanki doğru! Tabii ki alim olan, çok değerli hocalar da var ama dini alet ederek, kızlarımızdan cin çıkartmaya çalışan bir kör cehalet de hala içimizde...
Bir de, bütün bunların arasına sıkışmış, 2.5 tane, birazcık daha mürekkep yalamış, adlarına müthiş entelektüel denilen bir kitle var. Kimse alınmasın ama bana göre, bizde entelektüel geçinenler de tek bir dala sarılmışlar ve odaklanmışlardır; gençliklerinde kimileri sol eğilimli olmuş, yaşları ilerleyip de dünya olaylarına biraz daha geniş açıdan bakmaya başlayınca, diğerleri onlara hemen 'dönek' etiketini yapıştırıvermişlerdir.
Dolayısıyla, biz bu kafa yapısıyla gittiğimiz müddetçe gelişmiş ülke olmamız da o kadar zaman alacaktır.
Türkler, Avrupalı'larla mukayese edildiğinde şikâyet etmeden, günde 15 saat çalışabilen bir toplumun insanlarıdır. Ama bu 15 saati kafayla değil, sadece fiziksel bir çalışma ile geçirirler... Kitap okumak, kafayı gerçekten çalıştırmak çok yorucu geliyor bizlere... Bir türlü bilgi toplumu olmadık, gitti. Bu sancıları herhalde bir süre daha yaşayacağız. Aslında Fransa'da da demokrasi sancıları hala devam ediyor. 1789'da ihtilal yapıldı; kralın, kraliçenin kafasını uçurdular. Bu süreçte geçirdikleri evrimleri bir düşünelim, kaç cumhuriyet geldi, geçti. Bugün bile Fransa'da bir uzlaşma kültüründen söz edilemez; mutlaka birileri sokağa dökülecek, kavga, gürültü olacak...

     TEKSATIR: Bir müzik adamına, müzik'siz soru sormadan olamaz...
Bizim müziğimiz özde tek seslidir. Siz batı tarzı 'çok sesli müzik' yapıyorsunuz; bir piyano virtuozusunuz, besteleriniz de var. Arada sırada da olsa bir ikilem yaşıyor musunuz?

     Hüseyin Sermet: Türkler Müslüman'dır, doğru, ama asli dinleri Şamanizimdir. İslamiyet'e geçişleri de epeyi kanlı olmuştur; bilmeyenlerin din tarihimizi okumalarını salık veririm. Bugün bizim kültürümüz diye Türkiye'de pompalanan asla Türk kültürü değil, Arap kültürüdür. Özellikle de kendilerini çok milliyetçi olarak görenlerin kendi kültürümüze sahip çıkmalarını beklerdim. 
Hangi müzikten bahsediyoruz, hangi kültürden?
Ben, batı kültürü almış bir aileden geliyorum. Ailemde ressamlar da var. Ama Osmanlı Klasik müziğini de hem çok iyi bilirim ve hem de severim. Bana hiç kimse arabeski 'Türk müziği' diye yutturtmaya kalkmasın! Türkiye bugün müzik konusunda en büyük kavram kargaşasını yaşayan ülkelerden biri... Bu aynı zamanda, büyük bir potansiyel zenginlik de getiriyor; elbette bunun da bilincinde olmalıyız. Geçenlerde Fazıl Say'ın sanat yönetmenliğini yaptığı Antalya'da ki "9. Piyano Festivali"nde ilk yarıda Shubert'in çok ciddi sonatlarından birini çalıp, sonra da doğaçlama caz yaptım. Çok ilgi çekti. Demek ki insanlar iyi bir şeyler verilince almaya hazırlar.
Size bu festivalden bir başka hoş anekdot daha anlatayım: Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel de festivalde piyano çaldı. Bence bu fevkalade olumlu bir girişimdi. Türkiye'nin bu gibi medeni açılımlara çok ihtiyacı var. Bir örnek te Türkiye'nin yaşanabilir en muntazam şehirlerinden biri olduğuna inandığım Eskişehir'den. Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'den başlayarak festivaliyle, üniversitesiyle adeta batılı, örnek bir kent. Oy kaygısı duymadan, kaliteden ödün vermeden hizmet işte buna denir... Ben Türkiye'nin geleceğine inanıyorum. Çok genç ve dinamik bir toplum olduğunu görmemek imkânsız... Ancak hem Kemalist ve hem de Dinci kesimlerin çok iyi özeleştiri yapmaları ve ortak noktalarda buluşmaya çalışmaları gerektiğini de düşünüyorum.

     TEKSATIR: Dileğinize katılmamak mümkün değil...
Düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkürler Sayın Hüseyin Sermet.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5848106
Online Ziyaretçi Sayısı:10
Bugünlük Ziyaret :103

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.