İki Yerde Geceler Bitmez, Hastane ve Hapishanede!

Zülfü Livaneli

     Rabbim eşime "Cleveland" demedi, kendimi Türk doktorlarına teslim ettim

     Bağırsak iltihaplanması sonrası 7 Mayıs'ta acilen ameliyat masasına yatan, günlerce yoğun bakımda kalan, uzun ve sancılı bir iyileşme süresi geçiren Zülfü Livaneli şimdi iyi ve ayağa kalktı. Livaneli ile nekahat döneminde yaşadıklarını, bugüne kadar pek de bahsetmediği özel hayatını ve temposunu düşürdüğü iş yaşamını konuştuk.

     Türkiye'nin yurt dışında en çok tanınan sanatçılarından biri Zülfü Livaneli. Müzisyen, yazar, köşe yazarı, Unesco'da büyükelçi, politikacı... Kendimi şanslı hissediyorum, çünkü Zülfü Livaneli'yi Vatan çatısı altında tanıma fırsatı buldum. Benim kendisiyle tanışmam Ada albümüyle olmuştu. Fotoğraf çekimi sırasında beste kitabına baktığımda her şarkı beni geçmişe götürdü.

     Zülfü Livaneli'nin kitapları tam 26 dilde yayınlandı. 35 albüm, 350 beste, 40 film müziği ve 12 kitaba imza attı, dünyanın her köşesinde yüzlerce konser verdi. 1996 yılında Paris'te Unesco Büyükelçisi ve Genel Direktör Danışmanı seçildi. 1999 "San Remo En İyi Besteci Ödülü"nü, 2006 New York'ta "Barnes and Noble Büyük Yazar Ödülü"nü aldı. "Yunus Nadi" ve "Orhan Kemal Roman Ödülleri" ile 3 "Altın Portakal" kazandı. Ulusal ve uluslararası 30'dan fazla ödül sahibi oldu. 1997'de "Ankara Hipodromu"nda 500 bin kişiye konser verdi.

     Biz bu röportajı yeni çıkacak bir albüm ya da kitap için yapmadık. Zülfü Bey bir süredir hastalığıyla mücadele ediyordu. 7 Mayıs'ta kendini cerrahların eline teslim etti. Ve kısa sürede ayağa kalktı. Bu bir geçmiş olsun röportajı!

     Siz birçok şeyi aynı anda yapmayı başaran birisiniz. Müzisyenlik, yazarlık, köşe yazarlığı, politika... Bu aynı zamanda çok zor değil mi?

     Aslında ben değişik disiplinlerdeki çalışmalarımı zorlamayla değil, zevk aldığım için yapıyorum. Bunların hepsi bir risktir. Tanınmış bir müzisyenin roman yazması, bütün kariyerini tehlikeye atmak anlamı da taşıyabilir. Ama ben hiç öyle düşünmedim. İçimden ne geliyorsa onu yaptım. Goethe "yaratmak dinlenmektir" der. Gerçekten öyle.

     Ya politika?

     Politika ise ayrı bir konu. O alanı seçmedim, zevk de almadım ama hayat öyle getirdi.

     Yanılmıyorsam 38 yılı profesyonel olarak geride bıraktınız... Rahatsızlanana kadar hiç kendinizi yorgun hissedip de tembellik hakkınızı kullanmamış mıydınız?

     Gençlik yıllarında insanların, kendilerini kanıtlamaya yönelik hırsları oluyor. Kim olduğunuzu ve neler yapabildiğinizi insanlara göstermek çabalarına giriyorsunuz. Bedeniniz de size dur demediği için sabahlara kadar stüdyoda çalışıp, gündüz başka bir kente konser vermeye gidebiliyorsunuz. Sürekli adrenalin pompalanıyor. Ama sonra gövdeniz size ağır olmanızı söylemeye başlıyor. Ne mutlu ki bu dönem, sizin kendini kanıtlama kaygılarını geride bıraktığınız, hırslardan, egonun isteklerinden arındığınız ve dinginliği aradığınız bir döneme denk geliyor. Beckett'in "Aman o gençlik yılları mı! Geri dönmek istemem, o çırpınmaları, ateşleri, hırsları yeniden yaşayamam" dediğini hatırlıyorum. İnsanın gerçek boyutunu kavraması, sonsuz zaman ve mekan içinde ne kadar küçük bir yer tuttuğunun fakına varması çok önemli. "Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş." Arkanızda güzel bir tını, güzel bir seda bırakabiliyorsanız ne mutlu size. Ego insanı esir ediyor, köle haline getiriyor. Kararlarınızı siz verdiğinizi sanıyorsunuz ama egonuz veriyor. Hiç istemeden birine yumruk atarsanız ya da kızıp köpürürseniz bilin ki o talimatı veren egonuzdur. Egonuz ne kadar küçülürse, mutluluğunuz o kadar artıyor. Bu dediklerim, yorgunluktan daha öte bir şey.

     Kitap ve şarkılarımla bir dönem doktor ve hemşirelerin hayatına girmişim

     Rahatsızlandınız, ameliyat oldunuz. Allah dermansız bir dert vermesin derler, Allah'a şükür ki siz de kendinizi cerrahların eline teslim ettiniz. Ne oldu, sağlığınızı ne bozdu, nasıl bir tedavi süreci geçirdiniz?

     Üç aydır bir bağırsak rahatsızlığı çekiyordum. Divertikülit diye bir şey. İltihap var diyorlardı, uzun süre antibiyotik kullandım ama sonunda acil bir ameliyata alındım. Çünkü bağırsak delinmiş. Maslak Acıbadem'de dört saatlik bir ameliyat geçirdim. Daha önce sağ olsunlar Cleveland'dan ve Harvard Tıp Fakültesi'nden operatör dostlar ameliyat için davet etti. Ama Rabbim eşime "Cleveland" dememiş (!) Bu yüzden Profesör Dursun Buğra ve ekibinin ellerine teslim ettim kendimi. Dünyada bundan daha iyi bir ameliyat yapılamazdı, daha iyi bir hastane de bulunamazdı. Ameliyat sonrası zor ve acılıydı elbette ama şimdi iyiyim. Hastanede doktorlar kardeşlerim, hemşireler çocuklarım kadar yakındı bana. Hepsinin hayatının bir dönemine girmiş şarkılarım, kitaplarım. Beni bulutlar üzerinde gezdirdiler. Onların gösterdiği şefkati hiç unutmayacağım. Çünkü en çok böyle zamanlarda ihtiyaç duyuyorsunuz. Bir de dostlar tabii. Başımdan hiç ayrılmayan ailem ve dostlarım.

     Can sıkıntısı denilen şeyi unutmuşuz

     Bu dönemde kendinizi nasıl hissettiniz? Sanırım ilk defa biraz frene bastınız ve günlük temponuz değişti...

     Yahya Kemal nekahatı, hayatın en tatlı dönemi olarak adlandırır. Gerçekten de öyleymiş. Modern hayatın koşuşturması insanı doğadan koparmış, bir balkonda tembel tembel oturup bir ağacı, bir böceği seyretmenin zevkinden mahrum bırakmış. "Can sıkıntısı" denilen şeyi unutmuşuz. Oysa hayatın ağır ağır akan ritmine uyum göstermek, günün değişik saatlerinin, ışıkların, bulutların, mevsimlerin farkına varmak daha uzun yaşadığınız duygusunu yaratıyor. Orada oraya koşturarak "Hafta nasıl bitti anlamadım!" diyen insanlara üzülüyorum. Bir tek ömür var, onu da böyle geçirmemek gerekiyor. En azından hafta sonlarını. Bir şeyden eminim. İnsan doğanın bir parçası. Doğal olandan uzaklaştığı ölçüde mutsuzluğu, hastalığı, üzüntüsü artıyor. Antik Yunan filozofları "etik" kelimesini "insanın doğaya uygun yaşaması" anlamında kullanırdı. Zaman içinde bu kelime "ahlak"la eş anlamlı oldu, ama ilk kullanımı "ahlak, erdem" kavramlarını da içerir elbette. Doğaya uygun yaşamak budur.

     Gece insanıyım, herkes uyurken uyumam

     Doğrusu sizin günlük koşuşturmanızı merak ediyorum... Güne nasıl başlarsınız? Kahveyle mi, taze bir meyve suyuyla mı, sporla mı? Kendinizi nasıl tam zinde hissedersiniz?

     Ben bir gece insanıyım. Herkesin uyuduğu saatlerde uyuyamam. Bu yüzden de sabahları yorgun kalkarım. Ama son zamanlarda bunu da bir düzene sokmaya çalışıyorum. Keşke insanlar istedikleri zaman bir düğmeyi kapatıp uyuyabilseydi. Ama bu durum sadece uykusuzlukla ilgili değil. Geceyi çok severim ama günün ilk ışıkları bana bir yalnızlık duygusu verir.

     Kendinizi ne zamanlar rahatlamış hissedersiniz? Yüzünüzü denize atlayıp yıkarken mi, bir ağaç gölgesinde uzaklara bakarken mi? Dostlarla sohbet ederken mi?

     Evet evet, saydıklarının hepsi beni mutlu ediyor. Buna bir de kitap okumayı, yazmayı, beste yapmayı ekle. Yeni bir beste yaptığım zaman hala bir çocuk gibi heyecanlanıyorum. Hemen yakınlarımla paylaşmak istiyorum. Güzel bir kitap okumak beni kendimden geçiriyor. Gerçi böylesini bulmak zor artık ama olsun, yine de arada sırada çıkıyor. Bir de dostlar... Mutluluk romanının bir bölüm başlığı şöyledir: "İnsan insanın zehrini alır!" Bu cümleyi New York'ta bana ödül verirken okudular. Sahiden de insanın içindeki zehri alacak tek yaratık yine insandır. Dostlar yönünden çok şanslıyım. Beni yürekten sevdiğini bildiğim, benim de aynı şekilde sevdiğim yakın, hayat dostlarım var. Onlarla birlikte çok gülüyoruz, hayattan, aşktan, sanattan, siyasetten konuşuyoruz. Kimsenin ego derdi yok, hepsi belli bir olgunluğa erişmiş insanlar. Benmerkezci değiller. Eski güzel deyimle "diğerkam" olmayı biliyorlar. Bu dostlarımı düşündüğüm zaman bile yüzüm gülüyor. Kimi benden daha genç, kimi yaşıtım, kimi daha yaşlı. Ama "insan kalarak yaşamayı" bilen kişiler.

     Planlar mısınız hayatı?

     Hiçbir zaman planlamam. Kendimi olayların akışına bırakırım. Zaten hayatı planlamak mümkün mü? Kim planlayabilir ki? Tesadüf dediğimiz şeyler çok büyük bir planın parçaları mı? Hayat hakkında o kadar az şey biliyoruz ki!

     İki yerde geceler bitmez: Hastane ve hapishane

     Sizin de yazdığınız gibi, 'hayatta var mı nekahet gibi tatlı dönem.' Gecelerin uzun olduğunu fark ettiğinizi yazdınız hastanede. Yanılmıyorsam geceleri üreten birisiniz, hastanede gecelerin hangi yüzüyle tanıştınız?

     İki yerde geceler bitmez: Hastanede ve hapishanede. Hayat bana ikisini de yaşattı. O uzun gecelerde aklımda hep Fuzuli'nin dizeleri dönüp dolaşıyordu: "Şeb–i yeldayı ne bilir müneccim ve muvakkit/Müptela–yı gama sor kim geceler kaç saat." Biliyorsunuz şeb–i yelda yılın en uzun gecesi. Onu müneccimlere, zaman ölçücülere sorma diyor büyük şair. Derde düşenlere sor. Nazım'ın da hastanelere ve ameliyatlara dair güzel iki şiiri vardır. Görüyorsunuz hayatta da, hastalıkta da, ölümde de sanat insanın en büyük dostu.

     Müzisyenlik, yazarlık, uluslararası görevler tamam da, politika farklı yönleriyle çok yorucu değil mi? Enerjinizi emmedi mi?

     Eskiden uluslararası davetlere çok katılırdım. Şimdi çok ince eleyip sık dokuyorum, on davetten ancak birini kabul ediyorum. O da çok önemliyse. Bu yıl Unesco'nun yıllık büyükelçiler toplantısına bile katılamadım. Gündelik politika ise hayatımdan tamamen çıkıp gitti. En büyük kazancım bu.

     Türkiye'nin hali beni hasta etti

     Yaşadığınız sağlık problemi size ne öğretti?

     Her sağlık problemi hayatın her anının ne kadar değerli olduğunu öğretir. Çalışmak her zaman güzel. Yazmak, bestelemek, konser vermek. Bunlar harika şeyler. Tek farkla. Hırs yok, rekabet duygusu yok. Bunlar insanı çürütür. Doktorlar bağırsak rahatsızlıklarının psikosamatik olduğunu söylüyor. Türkiye'nin politik ve sosyal yönü beni çok üzdü. Hayalini kurduğumuz ülke daha uygar, daha insanca, daha demokratik, sanatla, kültürle dolu bir ülkeydi. Her şey tersine gitti. Son yıllarda televizyonu açtığımda, gazeteleri okuduğumda "karnıma ağrılar giriyor"du. Yakın dostlarım beni uyarıyor ve "Olayların seni bu kadar etkilemesine izin verme, kendini helak ediyorsun" diyorlardı. Ama ne yapayım ki, elimde değildi. Ne de olsa Uğur Mumcu'dan Aşık Nesimi'ye kadar elliden fazla arkadaşı öldürülmüş, üç darbe yaşamış, hapislere sürgünlere, yasaklamalara uğramış bir kişiyim. Nasıl olur da Türkiye'nin gidişinden etkilenmem.

     Hayatta hiç "Ah keşke yapsaydım" dememek için nasıl yaşıyorsunuz?

     İçimden geleni yapıyorum. İflah olmaz bir iyi niyet var içimde. Bu bazen saflık ve kendimi kullandırma derecesine geliyor ama politika dışında bir zararını görmedim bunun.

     Başbakan'ın sözünün arkasında durması gerekir

     Başbakan'ın azınlıklarla ilgili sözleri ne düşündürdü?

     Sözün içerdiği doğrular var elbette ama bunu mayınlı arazi tartışmasıyla ilgili olarak söylemesi düşündürücü. Ayrıca bu sözü temellendirmesi ve arkasında durması gerekir. Milli Mücadele dönemi bir nefis müdafaasıydı. Yok edilmeye çalışılan bir halk, kendisine yeni bir ev kurmaya çalışıyordu. Romancı dostum Louis de Bernieres "Kanatsız Kuşlar" kitabında, Balkanlardaki Müslüman Türklere uygulanan katliamı "Hesabı sorulmamış soykırım" olarak anar ki, doğrudur. O dönemi 1930 ortaları, 6–7 Eylül olayları ve 1960 sonrası Rumların göç ettirilmesinden tamamen ayırmak gerekir. Çünkü ilk başta bir ulus devlet homojenleştirmesi yaşanıyordu. Ulus devlet kurulacaktı ama ortada böyle bir ulus yoktu. Bu yüzden ulus devlet bizde devlet–ulusa çevrildi. Yani devlet bir ulus oluşturdu. Bu süreç, her ülkede olduğu gibi bizde de bazı aşırılıklara yol açtı. Ernest Renan "Geçmişi değiştirilmeden hiçbir ulus–devlet kurulamaz!" der. Recep Pekerlerin, Şükrü Kayaların ırkçı yaklaşımlarının sebebi bu olmalı. Atatürk'ün koruduğu, mübadele kapsamına almadığı İstanbul Rumlarının 1960'lardaki zoraki sürgünü de anlaşılabilir bir şey değil. Türkiye'ye hep sadık kalmış olan Yahudi cemaatine uygulanan zulüm de öyle. 2009'da bunları konuşmalıyız. Ama eğer Başbakan bu sözleri ulus devlet ilkesine karşı olarak, ümmete vurgu yapmak için söylüyorsa bu bambaşka ve bizim katılamayacağımız bir bakış açısıdır.

     Beni en çok Deniz Baykal hayal kırıklığına uğrattı

     Sizinle sohbet edip de politikaya hiç girmeden edemeyeceğim. Bir söyleşinizde 'CHP vakıf olmalı' demiştiniz, hala öyle mi düşünüyorsunuz?

     Politika benim adeta zoraki itildiğim tek alan. Hayatta yaptığım her işi büyük bir zevkle yaptım ama politika korkunç. Eğer sizi destekleyen büyük bir kitle varsa ve size siyasi bir misyon biçiyorsa, ülkeniz için iyi bir şeyler yapabilme düşü kuruyorsunuz. Baskılara dayanamayıp bir görev üstleniyorsunuz. Ama bir de bakıyorsunuz ki o güne kadar tanıdığınız, hatta arkadaş olduğunuz birçok insanın, politika söz konusu olunca dişleri sivrilmiş, yırtıcı yaratıklara dönmüşler. Kabus gibi. CHP içinde yakın dostlarım var, onları üzmek istemem ama partinin nerelere kaydığı, milliyetçilik yolunda ne kadar mesafe kat ettiği, soldan, demokrasiden, özgürlüklerden ne kadar uzaklaştığı açık değil mi? Deniz Baykal beni en çok hayal kırıklığına uğratan kişi oldu. 2002 seçimlerinden önce her gün birlikteydik. O zamanlar reformcu, insan haklarına saygılı, demokrasiyi geliştirecek, Türkiye'yi AB'ye taşıyacak, Kürt sorununda açılımlar yapacak modern bir sol partinin düşünü paylaşıyorduk. Eğer bu çizgiyi savunsaydı Türkiye bugün çok farklı bir noktada olurdu, ama nedense toplumda yükselen milliyetçilik dalgasının üzerine binerek, MHP'lileşmeyi tercih etti. Şahsi hiçbir meselem olmadı onunla. Beni her zaman el üstünde tutmuş, değer vermiştir. Ama ilkelerimiz o kadar farklılaştı ki artık o partide kalmamın, kırk yıllık mücadele geçmişimi inkar etmek anlamına geleceğini düşünerek istifa ettim. İyi ki de öyle yapmışım.

     Siz dinlenirken dostlarınız da sizinleydi mutlaka. Dünyanın her yerinde sanatçı dostlarınız var, onların desteği sizi nasıl etkiledi?

     Mikis Theodorakis, Louis de Bernieres, Maria Faranduri ve daha birçok yabancı dost çok kaygılandı. Hastanede Profesör Demir Budak, Profesör Mesut Parlak, Dr. Eser Alptekin, Mustafa Taviloğlu, Selma–Orhan Güvenen, Ruhat–Güngör Mengi, Necati Yağcı, Dinç–Bambi Gürs, Bahattin–Fatiman Yücel ve daha birçok dost hiç başımdan ayrılmadı. Hele doktor olanlar, üçüncü dördüncü günden sonra beni sürekli güldürdü. Dikişlerim açılacak diye uyarmama rağmen neşeli fıkralarla çınlattılar ortalığı. Louis de Bernier "Sevgili maestro" diye başlayan harika bir mektup gönderdi. Bu meşhur romancının, aynen romanındaki gibi mandolin çaldığını, grubuyla İngiltere'de turne yaptığını ve benim dört melodimi çaldıklarını biliyor muydunuz? Bir de yaralarım iyileşirken gelen iki telefon. Birincisi sevgili Işık Öğütçü'nün "Orhan Kemal Ödülü"nün "Son Ada"ya verildiğini bildiren telefonu, ikincisi Paris'teki "Gallimard Yayınevi"nin "La Saison de Solitude" (Yalnızlık Mevsimi) romanımın 4 Haziran'da yayınlanacağını bildirmesi. Bunlar da hayatın, aslı olmasa da tuzu biberi.

     Bunu da sormadan geçemem, çikolata merakınız daha doğrusu tutkunuz hayatınızda hangi noktada?

     Hastalık döneminde yiyemedim ama şimdi yavaş yavaş bitter çikolata hayatıma girmeye başladı. İspanyollar Amerika'yı istila ettikleri zaman, ilk kez kakaoyla karşılaşmışlar. Bunu sadece Aztek krallarının içtiğini öğrenince de "Kralların içeceği" adını takmışlar. Kral değilim ama doğrusu yüzde 70 kakao oranlı bir çikolatanın ne demek olduğunun da farkındayım. Kilo yaptığı için çok az yiyordum ama şimdi 8 kilo verdim. Siz zaten zayıfsınız. Yani bu söyleşiyi bir bitter çikolatayla bitirmememiz için hiçbir mazeretimiz kalmadı.

     Elif Ergu / Vatan Gazetesi • Pazar İlavesi – 31.05.2009




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5807376
Online Ziyaretçi Sayısı:27
Bugünlük Ziyaret :756

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.